Tutunamayanların şizofren faslına geçmeden hemen önce bırakmıştım kitabı, ilk denememde sıkılmış ve vazgeçmiştim Oğuz Atay’dan. Zamanla, tanıdığım birçok insandan daha fazla 2. şansı hak ettiğini düşünmüş olmalıyım ki o günlerde tekrar elime alıp yeniden okumaya başlamışım. Kendimi sokağa atıp, dolu caddelerden kaçıp boş sokakları adımlarımla dövmemden hemen önce şu satırları okuduğumu anımsıyorum; ‘Nefes alamıyorum Olric, bu insanlar içinde kendime rol biçemiyorum. Ah Olric, ölemiyorum bile’. Derin bir buhrandan ya da iç bunaltıcı, karanlık bir yalnızlık hissiydi içimdeki. Zannediyorum bu hissiyat uzundur oradaydı ama ben centilmence kaçıyordum kendisinden. Sabırla beklemiş ve sonunda ansızın yakalayıp, seri yumruklarla afallatmıştı beni. Bu boğucu hislerin arasında kalmışken, duvarlar üstüme üstüme geldi ve kendimi plansızca sokağa attım. Böyle durumlarda amaçsızca yürüyüp, hikayeden uzaklaşmaya özen gösteririm. Kafam önümde epey uzun süre ilerledim. Dik bir yokuşu takip eden düz sokağı, bittiği yerden mecburi sola dönüşü, köşede piizlenen gençleri anımsıyorum. Biraz kaldırımdan, biraz yoldan yürüyorum, az ileriden sol yapıyorum derken sigaramın bitmesiyle mecburi bir büfe molası vermek zorunda kaldım. İmkanım varsa sigaramı marketten almam. Limonata satan, tost, sosisli yapan, aspirin bulunan, bilumum ıvır zıvırın olduğu mahalle arası büfeleri tercih ederim. Öyle bir yer aradı gözlerim, az ileride kapısının önünde yere yakın eski tip hasır tabureleri olan mekanı görüp bulup daldım içeriye, ince bir açlık yoklamış olacak ki o esnada, kayıntı yapmanın zamanıdır diyerek bol amerikanlı goralıyı ve ayranı gömdüm ayaküstü. Sigaramı yakıp etrafıma bakındım, amaçsız seyahatimi tamamlasam mı diye düşünürken evin duvarları geldi yine aklıma, dolayısıyla başımı sokacak başka bir yer arandım. Az ileride insanların kapısında lak lak yaptıkları ufak bir mekan görünüyordu, sıradan tiplerdi kapıdakiler, pek dert tasaları yoktu görüntüde, zaten berduşluk seviyesine geçmeden hiçbirimiz öyle dertli tasalı insanlar gibi görünmeyiz ya neyse. Sigarayı atıp atmama kararsızlığına düştüm içeri girerken, sağlam bir fırt çekip yerle yeksan ettim keratayı, içeride içiliyordur umarım diye söylenerek adımlamaya başladım mekanı. Kısa bir hol, ardından sahneye doğru uzunlamasına giden iç mekana ulaştım. L şeklindeki bara tünedim. Sahneyi kestim uzaktan eğer güzel müzik olursa ortalayabilirdim barı, mevkiim oldukça iyiydi. Ne içeceğimi soran barmene kısa süre kayıtsız baktıktan sonra bira, çerez ve kültablası şeklinde siparişimi verdim, resmiyette sigara içmek yasak olduğu için, yarısı su dolu karton bardakla servisimi açtı. Çerez tabağında bolca leblebi, biraz tuzlu fıstık ve karne ile verilmiş birkaç şamfıstığı, fındık, badem vardı. Tabureye yanlamasına oturup, sahneye döndüm, hareketlilik başlamıştı, 3 tane uzunca mikrofon yerleştirildi önce, bu esnada mekan yavaştan dolmaya başladı. 3’lü, 5’li gruplar halinde gelindi, 30’a yakın insan yerlerini aldı. 3 kişiye göre ayarlanmış sahneye bir kadın bir erkek çıktı, ortadaki mikrofon sahibine ithafen boş bırakıldı. Sıralı şekilde şarkılarını söylemeye başladılar, bir o, bir öbürü. Sahnede öyle sap gibi durup, sırayla söylemelerini biraz garipsedim, zaten sesleri öyle aman aman değildi, birkaç şarkı sonra algım dağıldı, önüme döndüm, biten birama rakı ile devam etmek istedim. Dostlar canım bir şey istemeye görsün, hiç durdurmam kendimi, ver barmen bey, azıcık içelim ne olur ki? Kafamın içinde dalıp gittim mi garibimdir ben, diğer insanlar gibi böyle gözümün önünde elinizi sallayınca çıkartamazsınız beni o kuyudan, ben işimi bitirince kendim çıkarım. O sırada neler yaptığım tamamen ben ile ben arasında gizlidir, etrafımda neler olduğuyla pek ilgili değilimdir. Barda öylece dalmış ve daldığım yerde birilerine darılmış olmalıyım ki, elimdeki rakı bardağını belinden kavramış ince ince döndürüyorken, çoktan unuturdum, ben seni çoktan diye mırıldanmaya başladım, çok kısık bir sesle, kendime yetecek kadar 1-2 tekrarlayıp aldığım yere bırakacaktım şarkıyı. Tam bu sırada benimkinden daha ince, daha naif ve çok daha güzel bir ses okşarcasına devraldı şarkıyı, süzülerek söyledi adeta ve içimde yankılandı sesi. Bir ses ancak bu kadar sarabilirdi şarkının her kelimesini. Kafamı çevirip baktığımda henüz şarkıyı bitirmemişti, barın benden taraftaki ucuna oturmuş, gözleri kapalı, uzun saçları açık, kafası hafifçe sağa yatık şekilde son kısmını söylüyordu. Şarkı bitti, heyecanla paketime uzanıp bir sigara uzattım, kullanmıyorum dedi, kendime yaktım bir tane, derin bir nefes alıp, kalp ritmimin düzelmesini bekledim. Uzun uzadıya ona baktım, anı bozacak bir cümle kurup, sohbete girmek istemiyordum, çenemi barın üstünde birleştirdiğim kollarıma dayadım, kafamı ona çevirdim, tebessüm etti ama ne tebessüm. Zarif, ince, gözlerinin içi gülen cinsten. Önce o gözlerini devirdi, kadehine baktı, sonra ben doğruldum, rakımın dibinde kalan kısmını çektim, bir tane daha dedim, ona döndüm, şarabını gösterip 1 kadeh daha ister misin acaba diye sordum, yine o ince tebessüm belirdi suratında, kafasını salladı evet anlamında. İçkilerimiz geldi, ben yanımdaki sandalyeye zıplayarak aramızdaki mesafeyi kısalttım. Merhaba dedim, günlerimi ‘sesinde saçının kokusunu taşıyan bir kadının göğsünde bulacağım huzuru arayarak’ geçirdiğimi zannederdim, yanılmışım. Bir barda mırıldandığım şarkıyı benden çalacak o kadını arıyormuşum meğerse. Bir mahzuru yoksa, kalan günleri mi sesinize adayabilir miyim?
Haşmet Ateşer