Sabah 7.00 sularında uyandım. Masanın üzerinde, pencerenin pervazında yürüyen böcekleri görünce irkildim. Gözlerimi ovuşturdum ve sanrıya düştüğümü anladım. Böcekler evi işgal etmemişti. Hatta bir tane bile ortalıkta gözükmüyordu. Su şişesini kafama diktim, halen uyuyor muydum yoksa akşam seyrettiğim filmin bir sahnesinin tesiri mi devam ediyordu. Bilmiyorum. Belki de kendi hayatıma benzediği için beni sarstı.
Filmdeki kahramanımız özel hayatında rutinin dışına çıkmayı bir türlü sevmiyordu. Gittiği yerler, gezdiği-dolaştığı arkadaşları ve hatta restoranda oturduğu masası bile. Günlük işler, siyaset, tarih ve aşk ilgi alanlarıydı.
O akşam yine vakti kerahet gelince sofraya oturdu, rakısını içmeye başladı. Beklediği misafirler henüz sofrada yoktu. Onları beklerken masaya gelenler oldu, onlarla biraz sohbet etti. Sonra gelmesi gelenler teşrif etti. İşlerden, hayattan konuşmaya başladır. Ülkeyi he zaman olduğu gibi rakı masasında kurtardılar. Bitmek bilmez siyasi tartışmalar yapıldı bla bla.
Gecenin ilerleyen saatlerine doğru, olmayacak bir şekilde kahramanımız sarhoş olduğunu anladı. O esnada masadakiler başka bir sarhoşun peşinde oldukları için aradan kaynayabileceğini düşündü. Konuşmak istiyor, konuşamıyor ağzında laflar büyüyor büyüyor devasa, büyük harflere dönüşüyor ama susarak oyuna devam edebileceğini sanıyordu. Etrafındakiler O’nda bir sıkıntı olduğunu anladıklarında kendi rezaletinin perdesi açıldı. Logarın kapağı açılmış bir şekilde Safa Meyhanesinin yerlerine akıyordu. Üstünün başının batmasından ziyade arkadaşları O’na o kadar iyi davranıyor ve kendisini kötü hissettirmemek adına ellerinden geleni yapıyorlardı ki. Bila istisna bir tanesi bile “Ağzınla iç şu zıkkımı” demedi. “Gecemizi mahvettin” demedi. Başına buz koydular. Yoğurt geldi. Yüzü soğuk suyla yıkandı. Yetmedi evine kadar götürdüler ve birisi sabaha kadar başında bekledi. Kahramanımız olaylar esnasında da her şeyin farkındaydı ancak ne konuşmaya takati vardı nede onların yüzüne bakmaya gücü. Ertesi sabah kafasının üzerine manda oturmuş bir ağrı ile sırtüstü tavana bakar şekilde uyandı. Ne yapması gerektiğini, nasıl özür dilemesi gerektiğini bilmiyordu. Herkese teker teker teşekkür mü etmeli, yoksa birer çiçek ve özür kartı mı göndermeliydi. Filmin sonrası ilgimi çeken kısım değil. O yüzden döndüm kıçımı ve kapattım filmi.
Yatarken yok artık dedim. Kazık kadar adamlar. Hem bu kadar içmenin ne anlamı var, hem de bebek mi bu adam. Kerli ferli, yaşını almış bu adamlarda sorumluluk alamıyorsa içmesinler şu zıkkımı. Kendisine verdiği eziyet yetmediği gibi birde yanındakileri bu oyuna çekiyor. Büyüklerimden ne duyduysam aynılarını tekrarlamakla geçti gecem ve sabah böcek istilası ile uyandım.
Lakin olmayınca olmuyor. Hangisi gerçek karar veremedim. Dün izlediğim film mi, sabahki böcekler mi yoksa ben mi..
Ve birden aklıma gölge oyunu filmi son sahne geldi. Ne demişlerdi;
Biz gerçek miyiz? Var mıyız?’ Kim bilir…