Mustafa KEMAL’ in doğduğu yıl Selanik, Osmanlı İmparatorluğunun en farklı bölgesiydi sanırım. Tek bir medreseye sahip olmasına rağmen, imparatorlun ilk sendikasının kurulduğu yer olma özelliği taşıyordu. İmparatorluğun başkenti İstanbul ancak düşünce ve fikir akımının mabedi de Selanik demek yanlış olmasa gerek. Liman kasabası olması nedeniyle hem imparatorluğun dışa açılan kapısı hem de Avrupa’dan gelen yeni fikir ve düşüncelerin ilk uğrak noktası olmuştu. Mustafa KEMAL, Selanik yerine Anadolu’da dünyaya gelseydi muhtemelen bambaşka bir hayatımız olurdu.
Cumhuriyet Osmanlı’da özellikle 19.yüzyılın ikinci yarısında yeşermeye başlayan fikir akımlarındandı. Fransız İhtilali’nin tüm dünyaya yaydığı, hürriyet, özgürlük, milliyetçilik fikirleri zamanla Osmanlı İmparatorluğu’na da ulaşmıştı. İlk defa Şinasi’de filizlenen bu fikirler, Ziya PAŞA, Ali SUAVİ, Namık KEMAL gibi Genç Osmanlılar da özgürlük, hürriyet, milli egemenlik ve parlamento kavramlarının oluşmasına sebep olmuştu. Ancak, bu kişiler; parlamentosu, anayasası ve padişah olan bir Meşruti sistemi istiyorlardı. Yani, Cumhuriyetçilikten uzaklardı.
Tanzimat ile birlikte yönetenle yönetilen arasındaki bağları kurmak olmaktan çok, hükümdarın mutlak yetkisinin, halk ya da onun temsilcileri karşısında değil, hükümet karşısında kısıtlanmasıyla bu yolculuğa başladığımızı söyleyebiliriz. Tanzimat ile birlikte ilk kez padişah kendisini yasayla bağlayarak, mutlak iktidarının yasayla sınırlanabileceğini kabul etmiştir. Gerçi Osmanlı sultanları, hukuki kurallar koyarken, hatta önemli politik kararlar alırken fakihlere danışmışlar ve bu amaçla daha sonra şeyhülislamlık makamını kurmuşlardır. Fakat bu daha çok ilk dönemlere özgüdür. Fatih’ten sonra yönetime ilişkin olan şeyler ve kanun yapma şeriata bırakılmamış, bu faaliyet Sultan’a özgü sayılmıştır. Tanzimat’la birlikte Sultan kanunları onaylayan konumuna gelecektir. Ayrıca yapılan kanunlara kendisi de uyacaktır. Böylece Tanzimat’ın temel özelliği olan “kanunlaştırma hareketi” Sultanı da kapsayacak biçimde genişlemiştir.
Genç Osmanlı’lar içerisinde benzer fikirlere sahip;
Namık KEMAL, cumhuriyet hakkında da fikirlerini şu şekilde ortaya koymuştur. “Halkın egemenliği tasdik olunduğu takdirde, cumhuriyet ilanına da hakkı olmaz mı?” sorusuna, “Halkın egemenlik hakkı tasdik olunduğu surette cumhuriyet yapmaya da hak var mıdır ne demek? O hakkı dünyada kim inkâr edebilir? İslâm ilk ortaya çıktığında bir tür cumhuriyet değil miydi? O cumhurun, bizi bitireceği başka mesele; onu da kimse inkâr edemez. Bizde cumhur yapmak da kimsenin aklına gelmez. Fakat icrasında imkân olmamakla hak batıl olmuş demek değildir.” diyerek, Namık Kemal, o zaman ki İmparatorluğun durumuna göre tatbikinde imkân görmemekle beraber, esasen hak gördüğü cumhuriyet fikrine bağlılığını belirtmiştir.
Namık KEMAL, Hürriyet Kasidesinde isyanını şu sözlerle haykırır;
…
Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i hüsn etme Cemâlin ta ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetten Ne yâr-ı cân imişsin ah ey ümmid-i istikbâl Cihanı sensin azad eyleyen bin ye's ü mihnetten Senindir devr-i devlet hükmünü dünyaya infâz et Hüdâ ikbâlini hıfzeylesin hür türlü âfetten Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahrâlar Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletten
…
Zulüm ile işkence ile hürriyeti ortadan kaldırmak ne mümkün; eğer kendinde bir güç görüyorsan insanoğlundan idraki kaldırmaya çalış. Gönülde çalışma gevheri, elmas cevherine benzer; ağırlığın tesirinden, baskının şiddetinden ezilmez. Ey hürriyetin güzel yüzü, sen ne büyüleyici imişsin. Gerçi esaretten kurtulduk derken senin aşkının esiri olduk. Şimdi kalbi fethedecek güç sendedir, güzelliğini gizleme; güzelliğin, milletin nazarlarından ebediyete kadar uzak kalmasın. Ey geleceğin umudu, sen ne can dostuymuşsun; dünyayı bütün üzüntü ve sıkıntılarından kurtaran sensin. Hükmetme çağı senindir, hükmünü dünyaya geçir; Allah yüceliğini her türlü belâlardan korusun. Ey yaralı kükreyen aslan, senin gezdiğin güzel sahralar zulmün köpeklerine kaldı, artık gaflet uykusundan uyan!
Ziya Paşa, 7 Mart 1870’de Londra’yı terk ederek Cenevre’ye geldikten sonra, çıkardığı “Hürriyet” gazetesinde, “Cumhuriyet İdaresi ile şahsi idarenin farkı” başlığı adı altında yayımladığı makalede, “Cumhuriyet yönetiminde padişah, sadrazam, imparator falan yoktur. Memleketin imparatoru, sadrazamı, padişahı memleket halkıdır. Cumhuriyet idaresinde milyonlarca halk, birkaç menfaatperest kişinin esiri değil, hukuk ve hürriyetini korumakta serbesttir. Cumhuriyet idaresinde cebir ve zulüm ile asker yazmak ve yüz binlerce kişiyi kendi diyarlarından alıp, kışlalarda çürütme yönetimi yoktur. Zira memleket herkesin bulunduğu müddetçe, herkes askerdir. Cumhuriyet idaresinde, tersanenin ihtiyacı olan kereste için, halk angarya da kullanılamaz. Halat, kereste lazımsa, parasını devlet verir, halktan satın alır. Cumhuriyet idaresinde bir Millet Meclisi olur. Bunun üyelerini halk seçer” diyerek daha sonra, yine cumhuriyet idaresinden bahsederek, şahsi idarenin kötülüğünü anlatmıştır. Ziya Paşa, bu makalesinde cumhuriyet yönetiminin şahsi hükümete üstünlüğünü açık biçimde tespit ettiği halde, uygulaması hakkında yorum yapmamıştır.
Jön Türklerin bu vesile ile cumhuriyet rejiminden söz ediyor olmalarından, temsil ve siyasal katılımdan ya da daha geniş anlamda halk idaresinden yalnızca cumhuriyet anlamı çıktığı düşünülmemelidir. Cumhuriyet halk idaresi biçimlerinden sadece birisidir ve Jön Türkler de bu şekilde değerlendirmişlerdir. 1898 yılında Jön Türklerin yayın organlarından biri olan Osmanlı ‘da “idare-i cumhuriye” deyiminin kullanılmaya başlandığı görülmektedir. Cumhuriyetten, “idare-i müstebide’ nin (İstibdat idaresi.) zıddı olarak gösterilmek suretiyle bahsedilmekte, . Ancak bunun Türkiye’de uygulama kabiliyeti hakkında herhangi bir yorum yapılmamaktadır.
II.Meşrutiyet’ in ilanından sonra düşüncelerini açıklayan İslamcılar da meşrutiyet yanlısı olduklarını ve İslam’ın meşrutiyet rejimi ile bağdaşmasının imkansız olmadığını dile getirmişlerdir. Ancak onların Meşrutiyetçi’ ligi, Şeriatın kabul edilip Meclis tarafından uygulanması demek olan teokratik bir yönetimin kabulü anlamındadır. Yani Meclis, yasa yapan değil, Şeriatın emrettiği yasaların uygulanmasını sağlayan bir organ olarak düşünülmektedir. Çünkü onlara göre Şeriatı uygulamak devletin başlıca görevidir. Meşrutiyeti İslam’a aykırı bulmayan İslamcılar için “cumhuriyet şekli Şeriata uymaz; çünkü İslamlıkta hem din, hem dünya işleri için bir ‘İmam’ın bulunması zorunluluğu vardır. İmam, ümmetin ileri gelenleriyle ulemadan oluşan üstün bir heyet tarafından seçilir ve atanır. Bu bir ‘farz-ı kifaye’ dir, yani her kişiye düşen bir farz değildir, onun için bütün cumhurun imamı tayin etme ödevi yoktur
Cumhuriyet konusunda ilginç bir tartışma da 1910 yılında Ayan Meclisi’nde gündeme gelmiş ve oradan Meclis-i Mebusan’a taşınmıştır. Ayan Meclisi ‘nde Damat Ferit Paşa’ nın bir tasarısı görüşülürken söz alan Yorgiyadis Efendi şöyle konuşmaktadır: “Meclis-i Mebusan ‘da bir fikir var. O da her devletin kuvveti ancak halktadır. Millet esastır. Kanunun kaynağı odur. Bu fikir hatalıdır. (Egemenlik) aynı zamanda milletin başındadır. Hükümdardadır. Yani başta bulunan hükümdarın kuvvetini tamamıyla alacak olursak, o vakit kuvvet birinden alınıp diğerine hasredil miş (mal edilmiş) olur. Bu hiçbir devlette olmaz. Yalnız cumhuriyetlerde olur.” Bu konuşmaya Meclis-i Mebusan’a Abdunahman Bey’ in verdiği cevap, “Bizde repüblik yoktur. Öyle şey hatırımıza gelmez” şeklinde olmuştur.
Genç Osmanlılar Cemiyeti’nin kuruluşu ve faaliyetleri hakkında araştırma yapanların tam olarak fikir birliğine varmamış olmalarına rağmen; “cumhuriyet, anayasa, meclis, meşveret” gibi kavramların Osmanlı Devleti’nde ilk öncülerinin Genç Osmanlılar olduğu açık bir gerçektir. Başlangıçta, edebi bir akım gibi ortaya çıkan Genç Osmanlılar akımı, zamanla politik bir nitelik kazanmıştır. Liderleri, Batı Avrupa kurumlarının etkisi altında; “padişahların istibdadına son verilmesi, İmparatorluğun meşruti yönetimlerle idare edilmesi” gibi istekler ileri sürüyorlardı. Böylece Devletin güçleneceği, modern bir devletin doğacağı inancı yaygındı. Düşüncelerinde milliyetçiliğe karşı bir tutum sezildiği gibi, azınlıklarla işbirliğine hazır görünüyorlardı. Araştırmacılar, cemiyetin kuruluş amaçları üzerinde ortak noktalara değindikleri gibi, farklı görüşler de ileri sürmüşlerdir. İhsan Sungu, “Genç Osmanlılar Cemiyeti’nin 1867 yılında milletin haklarını savunmak için kurulduğunu ve bu amaçla Batı’da neşriyata başladığını ve cemiyetin iki önemli şahsiyeti Namık Kemal ile Ziya Paşa’nın Tanzimat konusuna değindiğini” belirterek şöyle devam eder; “ Tanzimat’ın mahiyet ve ehemmiyetine vurgu yaparak, yabancı devletlerin kefilliği altına girmesini eleştiriyorlar. Tanzimat adamlarının eşitlik yolunda tuttukları yolu tenkit ederken, Tanzimat adamlarının şeriat dışı kanunlar yaptıklarını eleştirmişlerdir. Genç Osmanlılar, Tanzimat döneminde yapılan işleri, memleketin iktisadi durumunun bozuk olması, dış devletlerden alınan borçların gereksiz yerlere harcanması, Türkiye’de yabancılara emlak tasarruf hakkının verilmesi gibi hususları şiddetle tenkit etmişlerdir. Tanzimat’ın siyasi önemini inkâr etmemekle beraber, siyasi haklarımızın temini için kâfi olmadığını belirtmişler, zulüm ve istibdada karşı vatan ve hürriyet aşkını telkin etmişlerdir”
Mustafa KEMAL, Hürriyet ve Cumhuriyet’e dair fikirlerinde Şair Ömer NACİ ile tanıştıktan sonra değişimler artarak devam eder. Mustafa KEMAL, Ömer NACİ’ ye Tevfik FİKRET’ in “Sis” şiirini ezbere okuyacak kadar Fikret hayranı olduğunu gösterir. Daha sonra tanışmalarını kendisi şöyle anlatır;
https://www.youtube.com/watch?v=GLoZjbSlif0
“O zamana kadar edebiyatla çok temasım yoktu. Merhum Ömer Naci Bursa İdadisinden (askeri lise) kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okunacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğuna o zaman muttali oldum. Ona çalışmaya başladım. Şiir bana cazip göründü. Fakat kitabet hocası diye yeni gelen bir zat beni şiirle iştigalden menetti. ‘Bu tarzı iştigal seni askerlikten uzaklaştırır’ dedi. Buna rağmen güzel yazmak hevesi bende baki kaldı. Sınıfta birinci ikinci olmak için hepimizde şiddetli bir gayret vardı. Nihayet İdadi’ yi bitirdim Harbiye’ye geçtim. Burada da riyaziye (matematik) merakı devam ediyordu. Senenin nasıl geçtiğinin hiç farkında olmadım. Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım. İkinci sınıfa geçtikten sonra askerlik derslerine merak sardım. Şiir yazmak hakkında İdadi hocasının vazettiği memnuiyeti (koyduğu yasağı) unutmuyordum. Fakat güzel söylemek ve yazmak hevesi baki idi. Teneffüs zamanlarında- Ömer Naci ile- hitabet talimleri yapıyorduk. Saati ellerimize alıyor, bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim diye müsabaka ve münakaşalar tertip ediyorduk.”
Mustafa Kemal, arkadaşı Ali Fuat CEBESOY’ da hocasının, “Sen Naci’ye bakma, o hayalperest bir çocuk. İlerde belki iyi bir şair ve hatip olabilir, fakat askerlik mesleğinde katiyen yükselemez” sözünü aktarıyor. Hocası Asım Efendi’nin haklı olduğunu belirtiyor: “Hocamın ne kadar haklı olduğunu hadiseler ispat etti. Çok arzu ettiği halde Naci, erkânıharp zabiti olamadı. Meşrutiyet’te İttihatçıların en seçkin ve heyecanlı hatiplerinden biri olan yakın arkadaşım hakikaten askerlik mesleğinde yükselemedi ve maceralı bir hayattan sonra genç yaşında vefat etti.”
Jean-Jacques Rousseau ile tanışması da Ömer NACİ Bey vasıtasıyla aynı dönemlere denk gelmektedir.
Okul sıralarında “Hürriyet” fikirleri ile dolu yazılar yazmaya ve okulda gazete çıkartmaya başlarlar. Ancak Abdülhamit’in jurnalleri tarafından okula yapılan ihbar neticesinde tutuklanırlar, yazdıkları yazıları Ali Rıza Paşa görmezden gelir ancak bu sürülmelerini engellemez. Mustafa Kemal o günleri şöyle anlatır
“Bir gün gazetenin icap eden yazılarından birini yazmakla meşguldük. Baytar dershanelerinden birisine girmiş, kapıyı kapatmıştık. Kapı arkasında birkaç nöbetçi duruyordu. Ali Rıza Paşa’ya haber vermişler, sınıfı bastı. Yazılar masa üzerinde ve ön tarafta duruyordu. ”
Bu arada Ali Rıza Paşa, öğrencilerini savunmaya devam eder ve onların 2. veya 3. Ordu’ya gönderilmelerini ister. Zülüflü İsmail Paşa ise idam istemektedir. Sultan, denge gözeterek iki Paşa’nın isteğini de kabul etmez, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını Şam’a ve Beyrut’a sürer. Atatürk de “Pekâlâ biz de bu çöle gider, yeni bir devlet kurarız” der.
Daha sonra Sirkeci’den vapura bindiği sahneyi;
“Abdülhamit devrinde idi. 1320 (1905) tarihinde mektepten henüz kurmay yüzbaşı olarak çıkmıştım. Hayata ilk adımı atıyordum. Fakat bu adım hayata değil, zindana rastladı. Gerçekten bir gün beni aldılar ve baskı idaresinin zindanlarına koydular. Orada aylarca kaldım. Annemin, bundan ancak hapisten çıktıktan sonra haberi olabildi. Ve derhal beni görmeye koştu. İstanbul’a geldi. Fakat orada kendisiyle ancak üç beş gün görüşebildim. Çünkü tekrar baskı idaresinin casusları, cellatları ikametgâhımızı sarmış ve beni alıp götürmüşlerdi. Annem ağlayarak arkamdan takip ediyordu. Ben, sürgün yerime götürecek olan vapura bindirilirken benimle görüşmesi engellenen annem gözyaşlarıyla Sirkeci rıhtımında acılar ve kederler içinde bırakılmış bulunuyordu. Sürgün yerinde geçirdiğim tehlikeler onun hayatının acılar ve gözyaşları içinde geçmesine sebep olmuştur.” şeklinde anlatır.
Şam’da İmparatorluğun köhne yüzü ile tanışır. Askerlerin hırsızlıklarını, imparatorlukta yaşanan ve bilmedikleri dünyayı görür. Belki de bu sürgün sayesinde Mustafa CANTEKİN’ in kurduğu Vatan Cemiyetine katılır ve ismini “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti” olarak değiştirirler. Daha sonra Selanik’ de şube açarlar ve Ömer NACİ’ nin ısrarları ile istemeyerek de olsa İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birleşir.
İttihat ve Terakki’de, Enver Paşa ile ilişkileri, cemiyet içerisindeki olaylar, Hareket Ordusundaki Kurmaylık zamanları ve sonrasında İttihat Terakki içerisindeki aykırı fikirlerinden dolayı Sofya’ya yeni bir sürgüne gönderilir.
Mustafa Kemal’in Sofya’da yaşamı yeni düşünceler ve fikirler uyandırmıştır. Madam CORINNE’ e yazdığı mektubunda şöyle bahseder:
”Benim hedeflerim var, bunlar çok büyük hedeflerdir. Ancak, çok fazla para ve büyük mevki kazanmak ya da maddi zevkler almakla sınırlı değiller. Onların gerçekleştirilmesi, harika bir fikrin başarısı ile ilgilidir. O zaman ülkem bundan faydalanacak ve önemli bir hizmet sunmanın memnuniyetini yaşayacağım. Hayatım boyunca bu benim tek prensibimdi. Bu ideali belirlediğimde gençtim ve son nefesime kadar bundan vazgeçmeyeceğim”.
Bulgaristan’da gördüğü bir olay onun yaşantısını değiştirecektir;
“Ben Bulgaristan’da ateşemiliterdim. Bir gün Sofya’da hem çay içilen hem de dans edilen bir yerde oturuyordum. Hiç unutmam, bir ara içeriye bir Bulgar köylüsü girdi. Ayağı çarıklıydı ve şalvarlıydı. Ve geçip masaya oturdu. Kimse kendine aldırış etmeyince de garson çağırmak için masaya vurdu. Kimse gelmedi. Belliydi ki gitmesini arzu ediyorlardı. Bir daha vurdu masaya… Ayağını da vurdu… Nihayet garson geldi ve:
-‘Burası sizin için değil’ dedi. Köylü oralı olmadı. Patron geldi:
-‘Çıkın buradan’ dedi. Vay efendim köylü başladı yüksek sesle:
‘Kimi nereden kovuyorsun sen? Bulgaristan benin sapanımla ve tüfeğimle yaşıyor be… Utanmaz adam’ diye bağırmaya başladı. Polis çağırdılar. Köylü ona da aynı sözleri tekrarlayarak bağırdı. Polisler çekip gitti. Çaresiz garsonlar kendisine çay ve pasta getirdiler.’
‘İşte arkadaşlar’ diye Mustafa Kemal devam etti: ‘Bu benim içimdeki bir özlemdir. Türk köylüsünü de mutlaka bu hale getireceğiz.”
Daha sonraki süreçte Çanakkale, Şehzade Vahdettin ile Almanya ziyareti ve böbrek rahatsızlığı ile Karlsbad’da kaplıcalarda ikamet eder. Orada yaptığı bir konuşmayı anılarında şöyle anlatacaktır
Bir Türk Hanım buradaki durumu göstererek diyor ki: “Bu hayatın bizde yerleşmesi ne kadar zor”. Buna karşılık şu notu yazıyor Mustafa Kemal: “Dedim ki ben her vakit söylerim, burada da bu vesile ile belirteyim. Benim elime büyük salâhiyet ve kudret geçerse ben sosyal yaşamımızda istenilen devrimi bir anda bir “Coup” ile uygulayabileceğimi sanıyorum. Zira ben bazıları gibi halk anlayışını bilenlerin kavrayışlarını yavaş yavaş benim anlayışımın ölçüsünde düşünme ve tasarlamaya alıştırmak suretiyle, bu işin yapılabileceğini kabul etmiyor ve böyle harekete karşı ruhum isyan ediyor. Neden bu kadar yıllık bir yükseköğretim gördükten, uygar yaşamı ve toplumu inceledikten ve özgürlüğünü elde etmek için hayatı ve yılları harcadıktan sonra neden cahiller derecesine ineyim? Onları kendi dereceme çıkarırım. Ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar. Bununla birlikte bu konuda incelenmesi gereken bazı noktalar var, bunları iyice değerlendirip kararlaştırmadan işe başlamak hata olur”
Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Ordusu Kumandanlığına tayin edildiği, 1917 yılının Ekim ortalarında İstanbul’a geldiğinde, önemli günlerden birinin merasimi sırasında, Harbiye Nezareti Levazımat-ı Umumiye Reisi İsmail Hakkı Paşa’nın isteği ile yaptıkları özel bir görüşmede; İ.Hakkı Paşa, memleketin içinde bulunduğu durumu değerlendirip, sözü saltanatın ilgasına getirmişti. Bunun üzerine Mustafa Kemal’in “Peki Paşam, işin sonu ve idare şekli ne olacak?” sorusuna; “Cumhuriyet” cevabını verince, Mustafa Kemal; “Peki ama bu takdirde başa kim geçecek?” şeklindeki ikinci sorusuna Paşa: “Sen, ben ve mesela Enver demişti. Mustafa Kemal Paşa, bu konuşmalardan; Enver Paşa’nın, sağ kolu olan İbrahim Hakki Paşa vasıtasıyla kendisinin “Cumhuriyet” hakkındaki fikirlerini öğrenerek ve taraftar toplamak istediğini sezmişti. Anlaşılan Enver Paşa, Cumhuriyet idaresi kurarak, başına geçmek istiyordu. Mustafa Kemal Paşa, İ. Hakkı Paşa’ya; “Paşam, görüşünüzü izah ve gerekli mütalaada bulunmak suretiyle üzerinde durarak sorunu açıkladığınız durum, esas itibariyle çok önemli bir memleket meselesi olmakla beraber, bunun, kanaatimce günün birinde mutlaka tahakkuk edeceğine hiç şüpheniz olmamak lazımdır. Anca bugünkü ahval ve ağır şartlar, buna asla elverişli bulunmadığı cihetle, bu işin bugün için henüz sırası gelmiş değildir ve genel duruma göre düşüncelerinizin, yine bugün için tatbik kabiliyeti de yoktu cevabını vermişti.
Mustafa Kemal’e Milli Mücadele yıllarında geleceğe ilişkin sorular sorulduğunda da genellikle yanıtı “zamanı gelince bakarız” şeklinde olmuştur. Fakat bilinen bir gerçek vardır ki, o da adım adım cumhuriyete doğru yol alındığıdır. Bu adımların ilki, Amasya Genelgesi ‘ndeki “milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ifadesidir. Amasya Genelgesi’nin bu maddesi, Milli Mücadele’nin felsefesini ortaya koyması bakımından önemlidir. Bu madde ile mücadelenin merkezine millet konulmuştur. Esas unsur olarak da millet kabul edilmiştir. Zaten özellikle bu madde Amasya Genelgesi ‘ni bir ihtilal bildirgesine dönüştüın1üştür. Amasya Genelgesi’ndeki “milletin azim ve kararı” Erzurum Kongresi kararlarında “milli iradenin hâkim kılınması” biçiminde formüle edilmiştir. Milli iradeyi hâkim kılma k, bir önceki ifadeye göre daha ileri bir formülasyondur. İlkinde azim ve karardan söz edilirken, ikincisinde bu azmin ve kararın hayata geçirilmesine vurgu yapılmaktadır. Sivas’ da ise bu azim ve kararın ülke geneline yaygınlaştırılmaya çalışıldığını görmekteyiz. Tüm bu gelişmeler İtilaf Devletlerinin de gözünden kaçmamıştır. İstanbul ‘da bulunan İngiliz Yüksek Komiseri Sir J.de ROBECK, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord CURZON’a gönderdiği 17 Eylül 1919 tarihli yazıda, Anadolu’daki Kemalist Hareketin gittikçe yayıldığı ve bir Anadolu Cumhuriyeti’ne doğru hızla geliştiğini bildirmektedir. Hatta Kazım KARABEKİR Paşa’nın iddiasına göre Anadolu’da tutuklanan İngiliz Yarbay Rawlinson, İstanbul’un işgalinden önce Anadolu’da cumhuriyetin ilan edilmesini teşvik etmekteydi. The Times de 22 Eylül 1919’da bir “Anadolu Cumhuriyeti” nden söz ediyor ve asilerin başı olarak da Mustafa Kemal ‘i gösteriyordu. Anadolu hareketinin bir cumhuriyete doğru ilerlediği, İtilaf Devletleri ve yabancı gözlemcilerin dışında İstanbul’da Saray çevresinde de hissediliyordu. Ahmet izzet Paşa’nın Kazım KARABEKİR’ e yazdığı mektuptan anlaşıldığına göre, Mustafa Kemal’ in saltanat ve hilafet makamını lağvedip cumhuriyet kuracağına ilişkin İstanbul’da korkular bulunuyordu. Nitekim İstanbul, Anadolu’nun bir cumhuriyete doğru gittiği endişesi ile propaganda yapıyordu. Atatürk’ün alaycı bir dille bahsettiği, Ali Rıza Paşa’nın Ahmet İzzet Paşa’ya söylediği “Cumhuriyet yapacaklar, cumhuriyet!” sözü, Anadolu’daki hareketin bir cumhuriyetle sonuçlanacağının Saray çevrelerinde de anlaşıldığını göstermektedir. Anadolu’da bir cumhuriyete doğru gidildiğine ilişkin iddialar camilerdeki vaazlara da yansıyor, İsmail Hakkı Hoca Ayasofya Camii ‘nde halka “İslam hükümdarsız olmaz, cumhuriyet olamaz” diye sesleniyordu.
1921 Anayasası Milli Mücadele’nin başından itibaren ortaya koyduğu ve savunduğu ilke ve değerleri, açık bir dille ifade eden bir belge olmuştur. 1921 Anayasasının ilk maddesi olan, “Hâkimiyet, kayıtsız şartsız milletindir” ifadesi, daha sonraları, birçok kimse tarafından cumhuriyetin, adı konmadan ilanı olarak görülmüştür. Nitekim Anayasann bu maddesi daha o günlerde birçok kimsenin dikkatini çekmiş ve bu sözün içerdiği anlam tartışma konusu yapılmıştır. Kazım KARABEKİR Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği 11 Temmuz 1921 tarihli yazısında, devlet şeklinin birdenbire ve radikal bir biçimde değiştirilmesinin gerekçesini sormakla birlikte, kendilerinin düşüncelerinin neden alınmadığını da öğrenmek istemiş, Mustafa Kemal Paşa verdiği yanıtta, Anayasanın bu maddesinde cumhuriyeti ifade eden bir şey olmadığını, padişahlığın cumhuriyete çevrileceği düşüncesinin bir kuruntudan ibaret olduğunu söylemiştir.
Prof Dr Orhan ÇEKİÇ 1922 yılında Kurtuluş Savaşının kurucu beşlisinin yol ayrımını şöyle anlatır;
Bir gün, Vekiller Heyeti Reisi (Başbakan) Rauf Bey, Gazi’nin TBMM’deki başkanlık odasına gelerek O’nu, Refet (Bele) Paşa’nın Etlik’teki bağ evine akşam yemeğine davet etti. Rauf Bey, o günlerde Moskova Büyükelçimiz olan ve şimdi Ankara’da bulunan müşterek arkadaşları Ali Fuat Cebesoy Paşa’nın da (Salacaklı Fuat) bu yemekte bulunması için Gazi’nin onayını aldı. Gazi, Rauf Bey, Refet Paşa, Fuat Paşa, akşam sofrada bir araya geldiler. Hatır sormalar henüz bitmiş, yemek bile daha başlamamıştı ki, Rauf Bey Gazi’ye döndü; “Kemal” dedi,“ davetimizi kabul edip geldiğin için teşekkür ederiz. Yemeğin yanı sıra seninle baş başa konuşmak istediğimiz bir konu var, bugün seninle o konuyu da konuşmak istiyoruz. Hisleri O’nu yanıltmazdı. Bozuntuya vermedi. “Buyurun, konuşalım !” dedi.
Rauf Bey eteğindeki taşları dökmeye başladı: “Kemal! Bu Meclis senden korkuyor, o yüzden sana gelemiyor, tüm şikâyetler başbakan olarak bana geliyor…” Gazi şaşırdı, belli etmemeye çalıştı,“ Neyimden korkuyorlarmış? ”deyiverdi. Rauf Bey konuya doğrudan girdi: “ Senin cumhuriyet kuracağından korkuyorlar. Dedikodular giderek yayılıyor. Bazen o kadar abartıyorlar ki, eline bir fırsat geçerse, senin padişahı bile bu ülkeden kovacağını söylüyorlar!…”
Soğukkanlılığını korumaya çalışıyordu. Rauf Bey ise içini dökmeye başladı: “Kemal! Bu vatan tehlikeye düştü, işgale uğradı. En çok sen çaba gösterdin, kurtardın, biz de sana yardım ettik. Şimdi vatan kurtuldu. Bize göre ‘emaneti sahibine’ iade etmenin zamanı geldi.” Gazi yemek davetinin bir bahane olduğunu anlamıştı. “Peki, Rauf, Sultan Vahdettin için sen ne düşünüyorsun?” diye sordu. Rauf Bey’i dinleyelim: “Kemal, benim babam padişahın baş mabeyinliğini yaptı. Boğazında padişahın ekmeği var. Şimdi o ekmek benim gırtlağımda. Ben yediğim ekmeğe ihanet etmem kardeşim. Benim rejim sorunum yok. Üstelik madem sordun, söyleyeyim. Padişah bir İslam halifesi, ben de Müslüman’ım. Dinî terbiyem nedeniyle de padişaha bağlıyım. O makamlar uhrevi makamlar. Senin, benim gibi kişilerin ulaşabileceği makamlar değil. Kaldı ki, bu milletin yüzlerce yıldan bu yana alıştığı yönetim de mutlakıyet yönetimidir, cumhuriyet değil”.
Ev sahibi Refet Paşa’ya döndü; “Sen ne düşünüyorsun Refet?” diye sordu. Aynen Rauf Bey gibi düşünüyorum, Paşam!” deyip kestirip attı Refet Paşa. Gazi, masadaki Fuat Paşa’ya, “ Senin görüşün Fuat?” diye sordu. Fuat Paşa Gazi’nin Harbiye’den sınıf, hatta sıra arkadaşıydı. Hukukları daha derindi. St. Joseph mezunuydu, yani askeri okuldan değil sivil liseden Harbiye’ye biraz da geç katılmıştı. Okul Komutanı Mustafa Kemal’i odasına çağırtmış ve iki genci birbirine tanıştırmıştı: “Selanikli Mustafa Kemal, Salacaklı Fuat…” Ve Fuat’ı sınıfının çavuşu Mustafa Kemal’e emanet etmişti. Fuat’ın Fransızcası çok iyiydi, Mustafa Kemal’e bu derste çok yardımı oldu. Giderek aralarında uzun yıllar sürecek bir dostluğun köprüleri atıldı ve Mustafa Kemal Harbiye yılları boyunca her hafta sonu Fuat’ın Salacak’taki köşküne “evci” çıktı. O nedenle aralarındaki hukuk daha derindi.
Fuat; “Paşam”, dedi, “biliyorsunuz uzun süredir Moskova’dayım, duruma muttali değilim, izin verin birkaç gün düşüneyim, yanıtımı sonra veririm. ”Yani o bile, “Kemal, ben senin arkandayım!” diyemedi. Masada olmayan dördüncü kişi, Kâzım Karabekir Paşa ise Erzurum’daydı ve telefonun öbür ucunda, bu toplantıdan çıkacak kararı bekliyordu. Beşinci kişiyse, kendisiydi. Anadolu’ya çıkan ilk 5 komutan işte masadaydılar ve henüz devlet kurulamamıştı ama kozlar paylaşılıyordu. “Benden ne yapmamı istiyorsunuz?” diye sordu Gazi. “Yarın kürsüye çık, bunları yapmayacağına söz ver!” diye yanıtladı Rauf Bey. Bana bir kâğıt verin…”Bağ evinde gece yarısı kâğıt bulamadılar, içtiği sigaranın kapağını yırttı ve arkasına hırsla yazdı:“ Günü geldiğinde Padişahla ilgili kararı en yüce icraî organ olan TBMM verecektir.” Yüksek sesle okudu ve sordu:“ Bu sizi ve Meclisi tatmin eder mi? Bunu yarın çıkıp okursam, sizce Meclis tatmin olur mu? ”Hah, işte bu olur. Bunu çık yarın kürsüden oku!”, dedi Rauf Bey.
Sofra, buz gibi olmuştu. Ayrılırlarken, Etlik sırtlarından yeni bir gün ışıyordu. O günden itibaren Gazi yollarını da bu arkadaşlarından ayırmak zorunda olduğunu görmüştü. Ertesi gün kürsüye çıktı ve yazdıklarını aynen okudu. Meclisle ve komutanlarla bir tartışmaya girmeden bu krizi atlatmalıydı. Öyle de yaptı. 1921 Anayasasına göre Meclis her iki yılda bir seçim yapmak zorundaydı. Meclis 23 Nisan 1920’de açıldığına göre, seçimleri yenilemenin zamanı gelmişti. Doğal olarak da seçimlere gidildi. Gazi, bu Meclis’ten kurtuluyor gibiydi. Komutanlar yeniden endişeye düştüler: “Ya, Kemalist bir Meclis gelirse! Bunun üzerine yeni bir plan kurdular. Mustafa Kemal’i Meclis’e sokmamanın yolunu arayacaklardı. Seçim Yasasını değiştirmeye karar verdiler. Erzurum Milletvekili Necati Bey, Samsun Milletvekili Emin Bey, Mersin Milletvekili Albay emeklisi Çolak Selahattin Bey, bir önerge hazırladılar. Buna göre:
“1. …bundan böyle milletvekili adayının doğum yeri, Misak-ı Millî sınırları içinde olsun!” Selanik dışında kalmıştı.
2…Milletvekili adayı adaylığını koyduğu yerde en az beş senedir oturuyor olsun!” Mustafa Kemal o cephe, bu cephe hayatı boyu koşturmaktan ötürü değil beş yıl, hiçbir yerde sürekli beş ay oturamamıştı ki.
Hedef belliydi. Bu yasa özel olarak kendisi için hazırlanmaktaydı. Hem de en yakın silah arkadaşları tarafından. Bu önerge verilince, kürsüye zorla çıktı ve avaz avaz: “Doğum yerim Selanik Misak-ı Millî sınırları dışında kalırken, devlet Selanik’i tek kurşun atmadan Yunan’a verirken, bu millet bilsin ki ben diğer bir yurt köşesi Derne’de savaşıyordum… Hiçbir yerde beş yıl oturamadım, doğru. Otursaydım, o zaman Bingazi’de, Derne’de, Sina’da, Filistin’de olamazdım. Çanakkale’de, Kafkaslarda, Sakarya’da olamazdım. Ama ben oralarda olamasaydım, bu efendilerin de doğum yerleri, Allah korusun, Misak-ı Millî sınırları dışında kalırdı… Şimdi millete soruyor ve yanıtını milletten bekliyorum. Bu önergenin sahibi efendileri buraya gönderen millet onlar gibi mi düşünüyor?… ”
Hayır, millet onlar gibi düşünmüyordu. Çuvallar dolusu telgraflarla olayı protesto ettiler, önerge geri çekildi…
Mustafa Kemal Paşa Ankara ‘ nın başkent yapılmasından sonra Neue Freie Presse muhabirine verdiği ve 27 Eylül 1923 tarihli Anadolu’da Yeni Gün ve Hâkimiyet-i Milliye gazetelerinde tam metni yayınlanan demecinde “hâkimiyet bila-kayd ü şart milletindir. İcra kudreti, teşrii salahiyeti milletin yegâne hakiki mümessili olan mecliste tecelli ve temerküz etmiştir. Bu iki kelimeyi bir kelimede hülasa etmek kabildir: Cumhuriyet “diyerek, artık cumhuriyetin açıkça ifade edilmesinin zamanı geldiğini göstermiş oluyordu. Mustafa Kemal ‘in cumhuriyet kelimesini “ağzından kaçırması üzerine kimi milletvekilleri Mustafa Kemal’ in Meclisteki odasına gelerek ondan bu “dil sürçmesini” düzeltmesini istemişlerdir. Aslında Mustafa Kemal’in ağzından kaçırdığı bir şey yoktur. Cumhuriyetin ilan edilme vaktinin geldiğini düşünen Mustafa Kemal, bu konuyu tartışmaya açmıştır. Nitekim Falih Rıfkı Atay’ın aktardığı Mustafa Kemal’le bazı milletvekilleri arasında gerçekleşen 11 Eylül 1923 tarihli konuşma, cumhuriyet konusunun artık tartışılmaya başlandığının göstergesidir. Tartışmalar, milletvekilleri ile sınırlı kalmamış, basına da yansımıştır. 26 Eylül 1923 tarihli Vatan gazetesinin “Meclis yalnız teşrii salahiyeti haiz olacaktır, icra kuvveti kabineye verilecektir” başlıklı haberde hükümet şeklinin cumhuriyet olacağına ilişkin bilgi yer almıştır.
Alev COŞKUN, Cumhuriyet ilanını aşağıdaki satırlarda anlatır;
Ali Fuat Cebesoy, Konya’da bulunan Ordu Komutanlığı’nı tercih ederek Meclis İkinci Başkanlığı görevinden ayrılmıştı. Kâzım Karabekir doğudaki ordunun başına gitmişti. Başbakan Fethi Okyar, aynı zamanda İçişleri Bakanlığı’na vekâlet ediyordu. Daha rahat çalışmak için İçişleri Bakanlığı’nı bıraktı. Böylece iki önemli koltuk Meclis İkinci Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı boşalmıştı.Atatürk Meclis İkinci Başkanlığı için eski Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Tengirşenk ve İçişleri Bakanlığı için eski Maliye Bakanı İstanbul Milletvekili Ferit Tek’i aday gösterdi. CHP grup toplantısında yapılan oylamada bu adaylar yerine Meclis İkinci Başkanlığı’na Rauf Orbay, İçişleri Bakanlığı’na Erzurum Milletvekili Sabit Sağıroğlu seçildiler.
Bu durum aslında, Cumhuriyete doğru yol alan Mustafa Kemal’e karşı bir durdurma, bir güç gösterisi hareketiydi. Atatürk Nutuk’ta şöyle diyor: “Oysa ben, Sabit Bey’in Türkiye’nin yeni şartlarına bağlı olarak İçişleri Bakanı olmasını uygun ve yeterli görmemiştim”. Rauf Orbay ise Lozan nedeniyle başbakanlıktan istifa etmişti ve 4 Ağustos’tan beri Ankara’ya gelmiyordu. Atatürk, “O makamı ne gibi duyguların etkisinde kalarak hareket ettiği için terke mecbur edildiği bilinmekteydi” diyor.
Başbakan Fethi Okyar da bu çekişmelerden rahatsızdı.
CHP grubunun aldığı bu tavır üzerine, Mustafa Kemal, 26 Ekim 1923 akşamı Bakanlar Kurulu’nu Çankaya’da toplantıya çağırdı. Görüşmeler sonunda Meclis’i yeni bir kabine oluşturulması yönünde serbest bırakmak için Başbakan Fethi Okyar’ın ve tüm bakanların istifa etmelerine karar verildi. Yalnızca görevinin niteliği gereği Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak istifaların dışında bırakıldı. Bu karar uyarınca Fethi Okyar kabinesi ertesi sabah 27 Ekim 1923’te istifasını verdi. Alınan diğer bir karar da şuydu: Başbakan Fethi Okyar ve tüm bakanlar Meclis tarafından bakanlığa tekrar seçilseler bile görev kabul etmeyeceklerdi. Bu yeni gelişme karşısında Meclis’teki gruplar kendilerine göre bir kabine oluşturabilmek amacıyla yoğun bir çaba içine girdiler. Ama ne o gün ne de ertesi gün bu girişimlerden de bir sonuç alınamadı. Aslında bunalım, her bakanın ayrı ayrı gizli oy ve salt çoğunlukla Meclis tarafından seçilmesinden doğuyordu.
28 Ekim akşamı bazı bakanlarla milletvekillerini Çankaya’da akşam yemeğine çağırmıştı. O gece yemekte bulunanlar İsmet İnönü, daha önceki Milli Savunma Bakanı Kâzım Özalp, Başbakan Fethi Okyar, milletvekilleri Ruşen Eşref Ünaydın, Fuat Bulca, Kemalettin Sami Paşa ve Halit Karsıalan Paşa’dan oluşan grupla yemek yenirken Mustafa Kemal vermiş olduğu kararı açıklamıştı: “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz!”
Ertesi gün 29 Ekim 1923 Pazartesi sabahı saat 10.00’da toplanan CHP grubunda Bakanlar Kurulu seçimleri ele alınmış ancak soruna yine bir çözüm bulunamamıştı. Bunun üzerine önceki akşam Çankaya toplantısına katılmış olan Kemalettin Sami Paşa, kördüğüme dönüşen sorun için Meclis Başkanı Mustafa Kemal’in görüşünün alınmasını istedi. Önerge kabul edilince gruba gelen Mustafa Kemal, çok kısa konuştu ve kendisine bir saat süre verilmesini istedi. Bu arada Meclis’teki odasına çağırdığı kimi milletvekillerine bulduğu çözümü anlatarak onların desteğini sağlamaya çalıştı.
Grup toplantısı yeniden başladığında kürsüye çıkan Mustafa Kemal, bunalıma yol açan olayın hükümet üyelerinin seçimi nedeniyle ortaya çıktığını anlattı. Sorunun çözümü için bir anayasa değişikliği gerektiğini ve bu konuyla ilgili olarak hazırlamış olduğu önergesini sundu.
Mustafa Kemal’in önergesi şöyledir:
Anayasanın birinci maddesinin sonuna “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir” cümlesi ekleniyordu.
Meclis cumhurbaşkanını seçecek, cumhurbaşkanı Meclis üyelerinin içinden başbakanı atayacak, başbakan hükümetini kuracak ve Bakanlar Kurulu Meclis’in onayına sunulacak, güven oyu alırsa göreve başlayacaktı. Çağdaş parlamenter sistem getiriliyordu.
Bu önerge üzerine grup toplantısında, Sabit Sağıroğlu, eski valilerden Hazım Tepeyran, Yunus Nadi, Ahmet Vehbi Bolak, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Adalet Bakanı Seyid Bey, Abdurrahman Şeref Bey ve İsmet İnönü söz aldılar.
İsmet İnönü, Yunus Nadi ve Abdurrahman Şeref Bey’in konuşmaları önemlidir.
Yunus Nadi, “Aslında yeni bir şey yapmıyoruz. Meclis’in kurulduğu 1920’den beri uyguladığımız modele açıklık getiriyoruz. Uygulanan modeli Cumhuriyet olarak ilan ediyoruz.”
İsmet İnönü: “Millet egemenliğini ve kaderini fiili olarak eline almıştır. Bu da cumhuriyettir. O halde bunu hukuksal olarak dile getirmekten neden çekiniyoruz…”
Osmanlı döneminde Ayan Meclis’i başkanlığı yapmış olan hukukçu Abdurrahman Şeref Bey, şöyle diyordu: “Hükümet şekillerinin burada teker teker sayılmasına gerek yoktur. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir dedikten sonra, kime sorarsanız sorunuz bu Cumhuriyettir. Doğan çocuğun adıdır. Ama bu ad bazılarına hoş gelmezmiş, varsın gelmesin.”
Bu konuşmalardan sonra önerge oya sunuldu ve kabul edildi. Cumhuriyet resmen kabul edilmişti. Ardından, Meclis toplantısında Cumhurbaşkanlığı için yapılan oylamaya 158 üye katıldı ve Mustafa Kemal oybirliği ile seçildi. Cumhuriyet ilanı kararı 29 Ekim gecesi saat 20.30’da verildi. Atatürk saat 20.45’te Cumhurbaşkanı seçildi.
Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 29 Ekim 1923’de Cumhurbaşkanı olduktan sonra yaptığı konuşması
— (Alkışlar arasında kürsiye gelerek) Muhterem arkadaşlar, mühim ve cihan şümul hadisatı fevkalâde karşısında muhterem milletimizin teyakkuz ve intibahı hakikisine bir vesikai kıymettar olan, Teşkilâtı Esasiye Kanunumuzun bâzı maddelerini tavzih için encümeni mahsus tarafından Heyeti Celile’nize teklif olunan kanun lâyihasının kabulü münasebetiyle yeni Türkiye Devletinin zaten cihanda malûan olan, malûm olması lâzım gelen- mahiyeti beynelmilel maruf unvanı ile yâd edildi. Bunun icabı tabiisi olmak üzere, bugüne kadar doğrudan doğruya Meclisinizin Riyasetinde bulundurduğunuz arkadaşınıza ifa ettirdiğiniz vazifeyi Reisicumhur unvanı ile yine aynı arkadaşınıza, bu âciz arkadaşınıza… (Estağfurullah, hakkınızdır sesleri) tevcih buyurdunuz.
— Bu münasebetle şimdiye kadar mükerreren hakkımda izhar buyurmuş olduğunuz muhabbet ve samimiyet ve itimadı bir defa daha göstermekle yüksek kadirşinaslığınızı ispat etmiş oluyorsunuz. Bundan dolayı Heyeti Celile’nize bütün samimiyeti ruhiyemle arzı teşe’kkürat ederim. (Estağfurullah, Allah muvaffakiyet versin sesleri) Efendiler! Asırlardan beri Şarkta mağdur ve mazlum olan milletimiz, Türk Milleti, hakikatte meftur olduğu hasailden muarra telâkki ediliyordu. Son senelerde milletimizin fiilen gösterdiği kabiliyet, istidat, idrak kendi hakkında suizanda bulunanların ne kadar gafil ve ne kadar tetkikten uzak, zevahir perest insanlar olduğunu pek güzel ispat etti. Milletimiz, haiz olduğu evsaf ve liyakatini Hükümetinin yeni ismiyle cihanı medeniyete daha çok suhuletle izhara muvaffak olacaktır. (İnşallah sesleri) Türkiye Cumhuriyeti cihanda işgal ettiği mevkie lâyık olduğunu aşariyle ispat edecektir. (İnşallah sesleri) Arkadaşlar bu müessesei âliyeyi vücuda getiren Türk Milletinin son dört sene zarfında ihraz ettiği, zafer, bundan sonra da birkaç misli olmak üzere, tecelliyatmı gösterecektir. (İnşallah sesleri) Âcizleri mazhar olduğum bu emniyet ve itimada kesbi liyakat etmek için pek mühim gördüğüm bir noktadaki ihtiyacımı arz etmek mecburiyetindeyim. O ihtiyaç, Heyeti Aliye’nizin şahsım hakkındaki teveccüh ve itimadının, müzaheretinin devamıdır. (Hiç şüphe yok, daima sesleri) Ancak bu sayede ve Allah’ın inayetiyle, şahsıma tevcih buyurduğunuz ve buyuracağınız vazaifi hüsnü ifaya muvaffak olabileceğimi ümidederim. (Allah muvaffak etsin sesleri) Daima muhterem arkadaşlarımın ellerine, çok samimî ve sıkı bir surette yapışarak onların şahıslarından kendimi biran bile müstağni görmeyerek çalışacağım. Milletin teveccühünü daima noktayı istinat telâkki ederek, hep beraber ileriye gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır. (Şiddetli ve sürekli alkışlar)
Sonuç olarak;
Cumhuriyet fikri bu coğrafyada 1800’lerin ikinci yarısından itibaren birçok aydın tarafından düşünülmüş ve konuşulmuş bir fikirdi. Ancak hiç kimse bunu halk idaresi olarak tasarlamıyor, kimse Cumhur’un kendisini yönetebileceğini aklına getirmiyordu. Bir kişi çıktı ve milli hâkimiyet fikrini ortaya attı. Halkın görevinin kulluk olmadığı, kendi kendisini yönetebileceğini düşündü, halka rağmen onları yükseltmeye çalıştı.
O dönemde bunu kaç kişi düşünürdü, ya da şu an ardından gelenler niye başarılı olamadı diye düşünürüz.
Eğitim aldığı okullarda her zaman başarılı bir öğrenci oldu.
Kurmaylık Eğitimi aldı
Fransa, Bulgaristan, Avusturya, Almanya gibi ülkeleri gençlik yıllardan gezme imkanı oldu
4,000’e yakın kitap okuduğunu biliyoruz. (Anıtkabir Müzesi Kitaplığı’nda 2.151 adet, Çankaya Köşkü Kitaplığı’nda 1.741 adet, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde 102 adet, Samsun Gazi İl Halk Kütüphanesi’nde 3 adet kitabı var.) Okuduğu kitaplar arasında Fransızca, İngilizce, İtalyanca ve Almanca diller de mevcut.
Askeri konularda başarısını üst komutanları tartışamadığı için, onlar tarafından verilen emirleri yapmamasına rağmen “Divan-ı Harp” verilmedi
Etrafından bulunan kişileri etkisi altına almayı bildi. Önce onları dinledi ve fikirlerini münazara ile yanındakilere kabul ettirdi.
…
Kaçımız kendisini bu kadar eğiterek, etrafındakileri de eğitme başarısına sahip oldu diye sormak gerek önce sanırım.
Cumhuriyet’in bizler için anlamını düşünerek, 2.yüzyıla giderken bu yolda neler yapabileceğimizi düşünerek ilerlememiz gerek. Osmanlı’da matbaadan sonra basılan 417 kitaba karşılık, Avrupa’da 2,5 milyon kitap basıldığı zamanlardan milyonlarca kişinin eğitim- öğretim almasına geçen süreci unutmadan geleceğe her daim umutla bakmamız gerek.
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/117944
https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/omer-naci-1878-1916/
https://tr.wikipedia.org/wiki/G%C3%BCneybat%C4%B1_Kafkas_Ge%C3%A7ici_H%C3%BCk%C3%BBmeti
http://www.tid.web.tr/kurumlar/tid.web.tr/isd/199/necdetbayraktaroglu.pdf
https://www.egemeclisi.com/turkiyede-cumhuriyet-fikrinin-tarihsel-kokenleri
https://tr.wikipedia.org/wiki/Me%C5%9Fveret
https://tr.wikipedia.org/wiki/H%C3%BCrriyet_Kasidesi
https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/803978
https://www.sanalsosyal.com.tr/gazi-mustafa-kemal-ataturkun-nutukta-en-cok-zorlandigi-bolum/
https://tr.wikipedia.org/wiki/Vatan_ve_H%C3%BCrriyet_Cemiyeti
https://isteataturk.com/g/icerik/Bu-Memleketin-Efendisi-Koyludur/541