Bir kadın kurmaca eserler yazmak istiyorsa kendine ait paraya ve odaya sahip olmalıydı diye başlıyor hikaye. D&R’ ın kitap tanıtımında “Edebiyat dünyasının feminist bir makalesi olarak adlandırılan Kendine Ait Bir Oda, kadın hareketinin elinden düşürmediği önemli kitaplardan biri olmayı başarıyor. Erkeklerin kadınlara uyguladığı baskının ve her zaman süre gelen “Eşitlik” tartışmasının cevabını tarihten alıntılar yaparak yanıtlıyor.” olarak anlatılan bir eser.
Kendine Ait Oda tanımını kitap başlangıcında metafor olarak tanımlamıştım. Ancak yazar gerçek anlamda bunu kullandığını defaetle bildiriyor. Özgürlük kaynağını para ve kadına ait bir odanın varlığı olarak görüyor. Kitabın sonunda bol bol göreceğimiz ‘I‘ harfini ‘ben‘ anlamında da kullanarak Woolf metafor yapıyor ve benlik bilincine gönderme yapıyor
Kadınların tarih sürecinde baskı gördüğünü anlatan Woolf kitap boyunca 81 adet (sayabildiğim) yazar, şair, ressam, düşünür, bilgin vb. atıfta bulunuyor. Kadınlara dönemin adil davranmadığını, insanların hoyratlıklarından bahseden yazar bir çoğumuzun bugün adını bile bilmediği, M.Ö 48 ile 1900 yılları arasındaki süre içerisindeki bir çok kitaba vakıf gözüküyor. Bu süreç sadece kendi başarısı elbette olabilir. Ancak olayların kendisinin anlattığı kadar dramatik olmadığı da aşikar gözüküyor.
Ortaçağ Avrupasını anlatırken, Osmanlı’da kadına yada Türk’lerde kadına daha önem verildiğini anlıyorum. Bu süreçte yaşayan bir çok kadın yazarımız oldu. Ayrıca yazarın unuttuğu, atladığı en önemli husus özellikle ortaçağ Avrupa’sının barbar olmasıydı. Savaşlar ile geçen yüzyıllarda kişileri kadın-erkek olarak değilde insan olarak tanımlamak bile zor olsa gerek.
Erkeklerin, defaatle kadınları beğenmediğini anlatan yazar Mary Carmichael’in kitabında lezbiyen eğilimleri -kitaba tezat olarak- en okunası yerler olarak okuyucuya anlatmasına rağmen, yazarı “Mary Carmichael’in bir dahi olmadığını, sadece zaman, para ve serbestlik gibi aranan imkânlara sahip olmayan, yatak-oturma odasında ilk kaleme almış, tanınmayan bir kız olduğunu dikkate aldığımızda hiç de kötü bir iş çıkartmamış, diye düşündüm.” Olarak tanımlamaktan geri durmuyor.
Kitap sadece kadınların tarihsel sürecini anlatmıyor. Kendi Dönemini ve daha önce Avrupa’da yaşanan, Kadın-erkek ilişkilerini, ekonomik ve sosyal hayatı, toplumsal gelişmeleri de okura sunuyor. Turkuvaz kitaptan çıkan baskıda çevirmenin ağdalı bir anlatımda çevirdiği kitap okumayı epey zorlaştırıyor. Ancak youtube dan dinlediğimde bu kadar zorlanmadım. Aksine daha severek dinlediğimi belirtmek isterim.
Oxford ve Cambiridge kırmasından Oxbrige’i yaratıyor öncelikle. Daha sonra hayalinde burada yaptığı gezintileri ve yaşadıklarını, Kadınlar ve Kurmaca hakkında yaptığı konuşmada dinleyicilere anlatıyor. Döneminde çimenlerin üzerinden yürüyen bir kadının yürümesinin yasak olduğunu, sadece öğrencilerin ve hocaların çimenli yolu kullanabileceğin, kendisinin çakıllı yoldan gitmesi gerektiğini anlatıyor. Kütüphaneye tek başına girmek istediğinde ise, “kadınların kütüphaneye girmelerine ancak bir fakülte mensubu eşliğinde veya ellerinde bir tavsiye mektubu varsa izin verildiğini” söylüyor.
Okulda yedikleri bir öğle yemeğini “romancılar öğle yemeği davetlerinin söylenen nükteli bir söz ya da yapılan akıllıca bir şey yüzünden unutulmaz olduğuna ne yapıp edip inandırırlar bizi. Ancak neler yendiği hakkında tek kelime etmezler genellikle” diye başlayarak Ama burada ben bu âdete karşı çıkmak, bu yemeğin derin bir tabakta sunulan dilbalığıyla başladığını, okulun aşçısının balığın üzerini bembeyaz kremayla kapladığını, kremanın üzerinde yer yer bir dişi geyiğin sağrılarında olduğu gibi kahverengi benekler bulunduğunu anlatacağım. Balığın arkasından keklik geldi, ama önümüze bir tabakta sunulan bir çift kel, kahverengi kuş geldiğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Sayısı epey fazla olan keklikler acısıyla tatlısıyla soslardan ve salatalardan oluşan maiyetleriyle geldiler, hem de sırasıyla; yanlarındaki patatesler metal para gibi incecikti, ama sert değildi; Brüksel lahanaları gonca güller gibi büklüm büklümdüler, ama yaprakları etliydi. Kızartılmış et ve garnitürler yenir yenmez, sessizce servis yapan adam, belki de daha yumuşak görünümlü bir idare amirinin ta kendisiydi, peçetelere sarılmış halde, kıvrım kıvrım, bol şekerli bir tatlı koydu önümüze. O tatlıya puding deyip pirinç ve tapiyoka ile arasında bir bağ kurmak hakaret olurdu. O arada şarap kadehleri sarıyla dolup taşıyor, kızılla dolup taşıyordu; dolduruluyorlardı; boşaltılıyorlardı.” diyerek okuyucunun iştahını gayet açacak şekilde anlatmaktan geri kalmıyor. Ancak kitabın ilerleyen sayfalarında “Çünkü Oxbridge’e yaptığım o ziyaret, o öğle ve akşam yemekleri peş peşe gelen soruları tetiklemişti. Neden erkekler şarap içerken kadınlar su içiyorlardı? Cinslerden biri o kadar varlıklıyken öbürü neden yoksuldu? Yoksulluğun kurmaca üzerinde nasıl bir etkisi vardı? Sanat eserleri yaratmanın koşulları nelerdi? Bir anda binlerce soru dikildi karşıma” diyerek kadınların erkekler dünyasında eksik olduğuna bir örnek daha veriyor. Sanki 15 sayfa önce sarıyla, kızılla dolup taşan kadehi kendisinin değilmiş gibi.
1860 dolaylarında üniversitenin masraflarını çıkartabilmek, büroların kirasını ödeyecek parayı bulmak için ne kadar zorluklar çekildiğini hâlbuki erkek okulları için büyük bir meblağ bile olmayan 30,000 pound u bulmak için ne kadar uğraştıklarını anlattığı satırlarında annelerinin onlara bıraktığı mirası şu sözlerle anlatıyor ” Yıllar yılı çalışıp çabalayan ve iki bin pound’ u bir araya getirmekte zorlanan, otuz bin pound toplamak için de ellerinden geleni yapan bütün bu kadınları düşününce kendi cinsimizin kınanası yoksulluğu karşısında öfkeye kapıldık. Bize bırakacak bir zenginlikleri olmadığına göre annelerimiz ne yapıyorlardı o zaman? Burunlarını mı pudralıyorlardı? Mağazaların vitrinlerini mi seyrediyorlardı? Monte Carlo güneşinde gösteriş mi yapıyorlardı? Şöminenin rafında bazı fotoğraflar vardı. Mary’nin annesi –eğer gördüğüm onun fotoğrafıysa– boş zamanlarında bol para harcamış olabilirdi (bir papazdan on üç çocuğu olmuştu), ama eğer öyleyse neşe ve savurganlıkla geçirdiği hayatın zevklerinin izleri pek az yer etmişti yüzünün hatlarında. Gösterişsiz bir kadındı, taşlı iri bir broşla tutturduğu ekose şala bürünmüş yaşlı bir kadın; hasır bir koltukta oturuyordu, yanındaki köpeği kameraya baktırmaya çalışırken yüzünde, flaş patlar patlamaz köpeğin hareket edeceğine emin olan birinin eğlenceli ama gergin ifadesi vardı. Eğer bu kadın iş hayatına atılsaydı, suni ipek üreticisi ya da borsadaki kodamanlardan biri olsaydı, Fernham’e iki-üç yüz bin pound bırakmış olsaydı, biz bu gece rahatça otururduk, konuşma konumuz da arkeoloji, botanik, antropoloji, fizik, atomun yapısı, matematik, astronomi, izafiyet, coğrafya olabilirdi. Eğer Mrs. Seton ve annesi ve onun da annesi para yapma sanatını öğrenmiş olsalardı, babaları ve onlardan önce gelen büyükbabaları gibi paralarını kendi cinslerine uygun öğretim üyelikleri, okutmanlıklar, ödüller ve burslar tesis edilmesi için bırakmış olsalardı, biz burada tek başımıza keklik eti ve bir şişe şarapla gayet ölçülü bir yemek yiyebilirdik; bize cömertçe bahşedilmiş mesleklerden birinin koruması altında olacağımıza güvenerek, zevkle geçireceğimiz onurlu bir hayatı dört gözle bekleyebilirdik. Araştırmalar yapabilir, yazı yazabilirdik; dünyanın kutsal mekânlarında gezinebilirdik; Partenon’un basamaklarında düşüncelere dalarak oturabilir ya da sabah onda bir büroya gider, eve rahatça saat dört buçukta dönüp birkaç şiir yazabilirdik. Öte yandan, Mrs. Seton ve benzerleri on beş yaşında iş hayatına atılmış olsalardı, Mary diye biri – işte tartışmanın takıldığı nokta burasıydı– olmazdı. Annelerimiz bütün bunlarla kıyaslanacak hiçbir şey vermediler bize kesinlikle – otuz bin pound’u bir araya getirmekte zorlanan annelerimiz, St. Andrews’da papazlara on üç çocuk doğuran annelerimiz.”
Daha sonra British Museum’a kadınlar hakkındaki kadınlar hakkındaki kitapları incelemeye başlıyor. “Bir yıl içerisinde kadınlar hakkında kaç kitap yazıldığıyla ilgili bir fikriniz var mı? Peki, bu kitaplardan kaçını erkeklerin yazdığı konusunda bir fikriniz var mı?” diyerek.
“Kadın cinsinin zihinsel ahlaki ve fiziksel yetersizliği” adında bir kitap yazan hayali erkek profesörden bahseder. Woolf, kendi kültüründe cinsiyetçiliğin yaygınlığını göstermek için profesörü kullanır. Profesör von X’i şöyle tarif eder.”Para da nüfuz da ondaydı. Gazetenin hem sahibiydi, hem yazıişleri müdürü hem de onun yardımcısı. Hem Dışişleri Bakanıydı hem Yargıç. Kriket oyuncusuydu, yarış atları da onundu, yatlar da. Hissedarlarına yüzde iki yüz kâr payı dağıtan şirketin müdürüydü. Kendisinin yönettiği vakıflara ve üniversitelere milyonlar bırakıyordu. Film yıldızını havada asılı tutuyordu. Kasap bıçağındaki saç telinin insana ait olup olmadığına o karar verecekti; katili beraat ettirecek de oydu, mahkûm edecek de, asacak da oydu özgür bırakacak da o. Sis dışında her şey onun kontrolü altında görünüyordu”. Yine de öfkeliydi. Kadınların aşağı olduğu konusunda ısrar ederek, kendilerini daha iyi hisseden tüm kızgın erkekleri iktidar konumunda temsil eder. Bu Woolf’u incitmekten çok şaşırtır. Kendi döneminde güç, para, nüfuz erkeklerin elindedir, ona rağmen kadınlara duyulan bu büyük öfkenin sebebi nedir? Her imkâna, özgürlüğe sahip olan cinsiyetin bunlara sahip olmayan cinsiyete duyduğu öfke çok anlamsız görünür. Woolf bu sorunun cevabını “kendi üstünlüğünü öfkeyle ve diğer cinsiyetin üstün olmamasına sık sık vurgu yaparak korumak” olarak verir. Başkalarının -bu örnekte kadınların- kendisinden aşağı olduğunu düşünmek bu erkeklerin kendine güvenlerini korumalarını sağlıyordu. Bu üstünlük hissinin kaybolması, eşit haklar, eşit imkânlar bu düşünce yapısına sahip olan erkekler için katlanılmaz bir durumdur. “Yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler” diye anlatır.
Teyzesinden kalan yıllık 300 pound’dan önce kendisinin de dönem kadınlarından farksız bir hayatının olduğunu, mirası aldıktan sonra ufkunu genişletebildiğini anlatır. Eski hayatını ise; “O güne kadar gazetelerden garip işler dilenerek, kâh eşeklerin bir gösterisinin kâh bir düğünün haberini yaparak geçimimi sağlamıştım; zarfların üzerini yazarak, yaşlı hanımlara kitap okuyarak, yapma çiçekler hazırlayarak, bir yuvada çocuklara alfabeyi öğreterek birkaç kuruş kazanmıştım. 1918’e kadar kadınların yapabileceği başlıca işler bunlardı. Sanırım bu işlerin ne kadar güç olduğunu ayrıntılarıyla anlatmama gerek yok, çünkü belki sizler de böyle işlerde çalışmış kadınlar tanıyorsunuzdur; kazanılan bu parayla nasıl kıt kanaat geçinildiğini de anlatmayacağım zira sizler de aynı şeyi denemiş olabilirsiniz. Ama bu ikisinden de daha kötü bir sıkıntı olarak bende kalan, o günlerin içimde doğurduğu korku ve umutsuzluk zehridir. Bir kere, yapmak istemediğimiz şeyi yapıyorduk ve köle gibi yapıyorduk, her zaman olmasa da kuyruk sallayarak, yaltaklık ederek yapıyorduk, ama bu gerekli görünüyordu ve kendimizi tehlikeye atacak durumda da değildik ve sonra saklaması ölüm anlamına gelen o bir tek yeteneğin –küçük ama sahip olan için çok değerlidir–, onunla birlikte kendimin de, ruhumun da kaybolması düşüncesi – bütün bunlar ilkbaharın çiçeklerini kemiren, ağacın içini oyan bir küfe benzedi.” Diyerek betimler. Parasının olmasıyla birlikte ise ;” Erkeklerden nefret etmeme gerek yok, bana zarar veremezler. Hiçbir erkeğe yaltaklık etmeme de gerek yok; bana verecek bir şeyi yok onların. Böylece, belli belirsiz, insan ırkının öbür yarısına karşı yeni bir tutum geliştirdiğimi fark ettim. Bir sınıfı ya da bir cinsi tümüyle suçlamak saçmaydı.” diyerek yeni hayatını anlatır.
Tarihte kadının rolünü inceler daha sonra. Profesör Trevelyan’ın İngiltere’nin Tarihi kitabını ele alır burada. Bu satırları okuduğumuzda doğunun yobaz yapısının o dönem İngiltere’sinde de karşımıza çıktığını büyük bir şaşkınlıkla görebiliriz. “Bir kez daha ‘Kadınlar’ başlığını aradım, ‘konumu’ diye bir bölüm bulup bulunduğu sayfayı açtım. “Eşini dövmek” diye okudum, “erkeğe tanınan bir haktı. Hem alt hem yüksek tabaka tarafından utanmazca uygulanıyordu… Benzer biçimde,” diye devam ediyordu tarihçi, “annesiyle babasının seçtiği erkekle evlenmeyi reddeden kız evlat odasına kilitlenebilir, dayak yiyebilir, odada duvardan duvara fırlatılabilirdi, üstelik kamuoyu bu durum karşısında hiç de dehşete düşmezdi. Evlilik sevgiyle ilişkili bir konu değildi, ailenin para hırsına bağlıydı, özellikle de “onurlu” üst tabakada… İki taraftan biri ya da her ikisi daha beşikteyken söz kesilir, neredeyse çocukluktan çıkarken evlendirilirlerdi.” Bu okuduklarım 1470 civarındaydı, Chaucer’ın döneminden hemen sonra. Kadınların konumuna değinen bir sonraki bölüm iki yüz yıl kadar sonraydı, Stuart’lar döneminde. “Evlenecekleri kişiyi seçmek hâlâ üst ve orta tabakadan kadınlara tanınan bir ayrıcalıktı, kocanın kim olduğu tayin edildikten sonra erkek, kadının sahibi ve efendisi olurdu, en azından yasalar ve gelenekler elverdiği kadar. Yine de,” diye sözünü bağlıyordu Profesör Trevelyan, “ne Shakespeare’in kadınları ne de Verney’ler ve Hutchinson’lar gibi on yedinci yüzyıla ait gerçek anılardaki kadınlar kişilik ve nitelik açısından eksik görünürler.”
Elizabet Dönemi kadınlarını; “Kendisi hakkında hüküm verebilmemizi sağlayacak ne bir oyun ne de bir şiir bırakmıştır. İnsanın istediği, diye düşündüm –ve neden Newnham ya da Girton’daki parlak bir öğrenci sağlamaz bunu– bir miktar bilgidir; o kadın kaç yaşında evlenirdi; genelde kaç çocuğu olurdu; evi nasıldı, kendine ait bir odası var mıydı; yemekleri o mu pişirirdi; bir hizmetçisi var mıydı? Bütün bu bilgiler bir yerde vardır, bölge kilisesinin kayıtlarında ve hesap defterlerinde olabilir;… “Elizabeth dönemindeki ortalama kadının hayatı bir yerlere serpilmiş olmalı, keşke biri toplayabilse onu ve bir kitap hazırlayabilse. O ünlü okulların öğrencilerine tarihi yeniden yazmalarını önermeyi aklımın ucundan bile geçiremem, diye düşündüm, olmayan kitapları bulmak amacıyla raflara göz gezdirirken, Kadınların Elizabeth döneminde neden şiir yazmadıklarını soruyorum ancak nasıl bir eğitim aldıklarını bilemiyorum; yazı yazmak öğretiliyor muydu onlara; kendilerine ait bir oturma odaları var mıydı; yirmi bir yaşına gelmeden kaç kadın çocuk doğuruyordu; kısacası sabahın sekizinden akşamın sekizine kadar ne yapıyorlardı. Görünüşe bakılırsa paraları yoktu;” şeklinde anlatıyor.
Eğer Shakespeare döneminde bir kadın Shakespeare’in yeteneğine sahip olsaydı hikâye aşağıda anlatacağım şekilde olurdu. – Shakespeare’in zamanında bir kadının onunki gibi bir yeteneğe sahip olması mümkün değildi. Çünkü Shakespeare gibi dâhiler çalışan, eğitimsiz, alt sınıftan insanların arasından çıkmazlar. İngiltere’de, Saksonların ve Britonların arasından çıkmadı. Bugün de işçi sınıfından çıkmaz. Bir kadının Shakespeare’in yaşadığı çağda Shakespeare’in oyunlarını yazması kesinlikle ve asla mümkün olmazdı. Gerçeklere ulaşmak pek zor olduğundan, hayal kuralım ve diyelim ki Shakespeare’in çok yetenekli bir kızkardeşi vardı, adı da Judith’ti. Çok muhtemeldir ki Shakespeare ortaokula gitmiştir –annesine para kalmıştı–, orada Latince –Ovid, Vergilius ve Horace–, ayrıca gramerin ve mantığın esaslarını öğrenmiştir. Yaramaz bir çocuk olduğunu biliyoruz, tavşan avlar, belki geyik de vururdu ve çok genç yaşta yöredeki kadınlardan biriyle evlenmişti, kadın da ona yakışık almayacak kadar kısa bir sürede bir çocuk doğurmuştu. Bu çılgınlığın arkasından, şansını aramak için Londra’ya gitmişti. Anlaşıldığına göre tiyatrodan anlıyordu; işe sahne kapısında nöbet tutarak başladı. Çok geçmeden tiyatroda bir iş buldu, başarılı bir oyuncu oldu, hayatın içinde yaşamaya başladı, herkesle tanışıyor, herkesi tanıyor, sanatını sofralarda icra ediyor, yaratıcılığını sokaklarda uyguluyor,
…Hatta kraliçenin sarayına bile girebiliyordu. Olağanüstü yetenekli kız kardeşinin de o arada evde kaldığını varsayalım. O da ağabeyi kadar maceraperest, hayalperestti ve dünyayı görmeye can atıyordu. Ama okula gönderilmemişti. Dilbilgisi ve mantık öğrenme şansı yoktu, nerede kalmış Horace ve Vergilius okuması. Ara sıra eline bir kitap alır, belki de ağabeyinin kitaplarından birini, ve birkaç sayfa okurdu. Ama sonra annesiyle babası gelir, çorapları yamamasını, ya da ocakta pişen yahniye bakmasını, kitaplarla kâğıtlarla oyalanmamasını söylerlerdi. Kesin ama nazik konuşurlardı, çünkü bir kadının hayatının hangi koşullar altında geçtiğini bilen ve kızlarını seven düzgün insanlardı – gerçekten de büyük olasılıkla babasının gözbebeğiydi kız. Belki de elma deposunda gizli gizli birkaç sayfa doldurmuştu yazılarıyla, ama dikkatli davranıp onları saklıyor ya da yakıyordu. Ancak çok geçmeden, daha yirmi yaşına varmadan, komşularından bir yün tüccarının oğluyla nişanlanacaktı. Evlilikten nefret ettiğini haykırdı ama bu yüzden babasından sıkı bir dayak yedi. Sonra babası onu azarlamaktan vazgeçti. Bunun yerine kızından kendisinin kalbini kırmamasını, bu evlilik yüzünden kendisinin yüzünü kara çıkarmamasını istedi. Ona bir dizi inci ya da güzel bir iç etek vereceğini söyledi; gözlerinde yaşlar vardı bunu söylerken. Nasıl itaat etmesindi babasına? Kalbini nasıl kırsındı? Ama yeteneği zorluyordu onu, bu yüzden işe girişti. Nesi varsa küçük bir çıkın yaptı, bir yaz gecesi iple penceresinden aşağı indi ve Londra’nın yolunu tuttu. On yedisine bile basmamıştı. Çalılarda şakıyan kuşlar ondan daha ahenkli değildiler. Çabucak hayal kurabiliyordu, tıpkı ağabeyi gibi o da sözcükleri ezgiye dönüştürebiliyordu. Onun gibi tiyatrodan anlıyordu. Tiyatronun kapısına dikilip rol almak istediğini söyledi. Erkekler yüzüne güldüler. Şişman, boşboğaz bir adam olan tiyatro müdürü ağzı açık bakakaldı. Dans eden kanişler ve sahneye çıkan kadınlar hakkında bir şeyler geveledi, hiçbir kadın, dedi, bir aktris olamaz. Neler ima ettiğini tahmin edebilirsiniz. Yeteneğini geliştiremedi Judith. Bir handa akşam yemeği yiyip geceleri sokaklarda dolaşabilir miydi peki? Onun kurmacaya yeteneği vardı, kadınlarla erkeklerin hayatlarını ve hareket tarzlarını inceleyip beslenmek için yanıp tutuşuyordu. Sonunda –çünkü çok gençti, şair Shakespeare’e çok benziyordu yüzü, aynı kurşuni gözler ve kavisli kaşlar–, sonunda oyuncu menajeri Nick Greene ona acıdı; o beyefendiden bir çocuğu oluverdi ve böylece –eğer bir kadının bedenine hapsolursa ve oraya karışırsa, şairin kalbindeki sıcağı ve coşkuyu kim ölçebilir?– bir kış gecesi kendini öldürdü, şimdi otobüslerin Elephant ve Castle dışında durdukları yerde, bir kavşakta gömülüdür.”
16.YY kadını anlatırken ; “On altıncı yüzyılda Londra’da serbest bir hayat sürmek, şair ve oyun yazarı olan bir kadını ölüme götürebilecek bir baskı ve çıkmaz anlamına gelirdi. Hayatta kalsa bile, ne yazdıysa hastalıklı bir zihinden çıkmışçasına çarpıtılır, biçimi bozulurdu. Ve kuşkusuz, diye düşündüm, kadınların yazdığı hiçbir tiyatro oyunu bulunmayan rafa bakarken, eserlerinin altına imzasını atmazdı. Böyle bir çözüme sığınırdı mutlaka. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında bile kadınların anonim kalmasını gerektiren iffet duygusunun yadigârıydı bu. Currer Bell, George Eliot, George Sand, yazdıklarının kanıtladığı üzere hepsi de içlerindeki mücadelenin kurbanı olan bu kadınlar, erkek adı kullanarak, beyhude bir çabayla, kendilerini gizlemeye çalıştılar. Böylece de, karşı cins tarafından konulmuş olmasa da onun tarafından bolca desteklenen geleneğe, yani kadınların ünlü olmasının (Perikles, kadının esas onurunun hakkında konuşulmaması olduğunu söylemiştir, oysa kendisi hakkında çok konuşulurdu,) iğrenç bir şey sayılmasına biat ettiler. Anonim olmak, kadınların kanında var.”
“Bir kere, aile gerçekten varlıklı değilse, ya da soylu değilse bırakın sakin bir odayı ya da ses geçirmez bir odayı, kendine ait bir odası olması bile söz konusu değildi kadının, on dokuzuncu yüzyılın başına kadar durumu buydu. Evleneceği erkeğe verilen para, ki kızın babasının iyi niyetine bağlıydı bu, sadece üstüne başına yeterdi kızın, hepsi de yoksul erkekler olan Keats, Tennyson ya da Carlyle’ı avutan şeylerden bile yoksundu kız, bir gezintiden, Fransa’ya kısa bir yolculuktan, ne kadar perişan olsa da kendisini ailesinin taleplerinden ve baskılarından koruyan ayrı bir evden. Bu tür maddi zorluklar çok ürkütücüydü; ama maddi olmayanlar çok daha kötüydü. Keats ve Flaubert ve diğer üstün yetenekli adamlar dünyanın kendilerine kayıtsız kalmasına güç dayanıyorlardı, ama kadınlara baktığımızda bu kayıtsızlığın yerini düşmanlık alıyordu. Dünya kadına, erkeklere dediği gibi ‘İstersen yaz, umurumda değil’, demiyordu. Dünya kaba kaba gülerek, ‘Yazmak mı?’ diyordu. ‘Yazman ne işe yarıyor?’”
Erkeklerin kadınlara bakışını en okumuşu bile olsa aşağılık bir tür olarak gördüğünü Mr. Browning üzerinden yapıyor. “Mr. Browning Cambridge’de önemli bir isimdi, Girton’daki ve Newnham’deki öğrencilere sınav yapardı. Mr. Oscar Browning, ‘sınav kâğıtlarına baktıktan sonra zihninde kalan izlenimin, verebileceği notlardan bağımsız olarak, en iyi kadının bile zekâ bakımından erkeklerin en kötüsünden aşağıda olduğunu’ söylemeye eğilimliydi.” ‘Matmazel Germaine Tailleferre hakkında sadece Dr. Johnson’un bir kadın rahibe dair hükmünü, müziğe uygulayarak yineleyebiliriz. “Efendim, bir kadının yaptığı beste, bir köpeğin arka ayakları üzerinde yürümesi gibidir. Beceremezler bunu, şaşıracaksınız ama yine de yaparlar.”İşte tarih kendini böyle titizlikle yineler. Mr. Oscar Browning’in hayatını kapatıp geride kalanları da bir kenara iterken on dokuzuncu yüzyılda bile, dedim, sanatçı olmak isteyen bir kadının kimseden destek görmediği belli. Tam tersine, hakir görülüyor, dayak yiyor, öğüt veriliyor, uyarılıyormuş. Buna karşı çıkmaya, itiraz etmeye duyduğu ihtiyaçla, aklı zorlanıyor, enerjisi tükeniyor olmalıydı. Çünkü burada yine, kadın hareketinde onca etkisi olmuş olan o çok ilginç ve karanlık erkek kompleksinin alanına giriyoruz; ‘kadın aşağıda olmalı’dan çok ‘erkek üstün olmalı’ diyen, erkeğin düşeceği tehlike minicik görünse de, tehlike yaratan kişi alçakgönüllü ve sadakatli olsa da sadece sanatın önünü değil siyasetin önünü de tıkayan, gözümüzü nereye çevirsek erkeği oraya yerleştiren, o derinlerdeki arzunun.”
Dönemin önemli yazarları olan Pope ya da Gay’in Lady Winchilsea için onunla ‘bir şeyler karalamak için kaşınan“entelektüel kadın’ diye alay ettikleri söylenir. Lady Winchilsea’nin Gay’in suratına gülerek ona hakaret ettiği de düşünülüyor. Gay’in Trivia’sının, onun ‘tahtırevanın içinde oturmaya değil de önünde yürümeye daha uygun olduğunu gösterdiğini’ söylemişti.” Buna göre kadınların aşağılanması sadece alt kültüre ait bir durum değil hayatın her anında yaşanılan bir durumdu diye belirtir
Margaret of Newcastle dönemini; Kadınlar yarasalar ya da baykuşlar gibi yaşıyor, hayvanlar gibi çalışıyor ve solucanlar gibi ölüyorlar…’ diye anlatır
Döneminde kadınların yaşadıkları baskı nedeniyle kendi hem cinslerini bile beğenmediğini ve onları yerdiğini şu sözlerle anlatır ; Dorothy’nin Temple’a Düşes’in yeni kitabından söz ettiğini hatırladım. ‘Kuşkusuz kafası dağılmış zavallı kadının, yoksa kitap yazarak, hem de şiir kitabı yazarak böyle gülünç duruma düşmezdi, bunu yapmaktansa iki hafta uyumamayı yeğlerim.’ Aklı başında olan, kendini bilen hiçbir kadın kitap yazamadığı için duyarlı ve melankolik, huy olarak da Düşes’in tam tersi olan Dorothy hiçbir şey yazmadı. Mektuplar sayılmaz. Bir kadın, hasta babasının başucunda otururken mektup yazabilirdi. Erkekler sohbet ederken onları rahatsız etmeden şöminenin yanında oturup mektup yazabilirdi. Tuhaf olan, diye düşündüm, Dorothy’nin mektuplarının sayfalarını çevirirken, o eğitimsiz ve yalnız kız, cümle kurmada, bir sahneyi betimlemede nasıl da yetenekliymiş. Şunu dinleyin: ‘Yemekten sonra oturup konuştuk, sonunda söz Mr. B.’den açıldı ve ben gittim. Sıcak günü okuyarak, çalışarak geçirdik ve sonra saat altı-yedi sırasında evimizin yakınındaki bir parka gittim, orada pek çok genç kız koyun ve inek güdüyordu, gölgede oturup türküler söylüyordu; yanlarına gittim, seslerini ve güzelliklerini haklarında okuduğum bazı eski koyun çobanlarına benzettim, aralarında büyük bir fark vardı, ama inanın bana, bunlar da ötekiler kadar masumdular. Onlarla konuştum, onları dünyanın en mutlu insanları yapacak şeyin sadece bunu bilmeleri olduğunu öğrendim. Tam sohbet ediyorken sık sık çevrelerine bakınıyor ve ineklerinin mısırların arasına daldığını görünce kanatlanmış gibi koşarak gidiyorlardı. Ben onlar kadar çevik olmadığım için geride kalıyordum, onların sürülerini eve götürdüklerini görünce benim için de gitme zamanının geldiğini düşündüm. Yemeğimi yedikten sonra bahçeye çıktım, bahçenin yanından geçen küçük bir ırmağın kıyısına gittim, orada oturdum ve senin yanımda olmanı diledim…’ Onun yazar kumaşı taşıdığına yemin edebilirdim. Ama, ‘bunu yapmaktansa iki hafta uyumamayı yeğlerim’ cümlesi: Yazma konusunda büyük yeteneği olan bir kadın bile bir kitap yazmanın, hatta kendini oyalamanın gülünç olmak anlamına geleceğine kendini inandırdıysa, yazan bir kadına ne kadar büyük bir muhalefet olduğu tahmin edilebilir.
Bu dönemde Aphra Behn’in yazarak para kazanilabileceğini göstermesini; “Mrs. Behn orta tabakadan bir kadındı ve avam sınıfına özgü mizaha, canlılığa ve cesarete sahipti; Aphra Behn yaptığına göre artık kızlar babalarına gidip, bana harçlık vermene gerek yok, ben yazarak paramı kazanabilirim, diyebileceklerdi. Elbette daha yıllarca alacakları yanıt şu olacaktı: Tabii, Aphra Behn’in sürdüğü hayatı sürerek! Ölsen daha iyi! Ve kapı her zamankinden de hızlı çarpılacaktı. Bu çok ilginç konu, erkeklerin kadınların iffetine biçtikleri değer ve bunun kadınların eğitimi üzerindeki etkisi, burada tartışılmaya değer ve eğer Girton ya da Newnham’den bir öğrenci konuyu incelemek isterse ortaya ilgi çekici bir kitap da çıkar. Aphra Behn yazı yazarak da para kazanılabileceğini kanıtladı, belki bazı hoş niteliklerin feda edilmesi pahasına ve böylece yavaş yavaş yazmak, sadece saçma sapan bir iş ya da oyalanan zihnin bir işareti olmakla kalmadı pratikte de önem kazandı.”
On sekizinci yüzyıl ilerlerken yüzlerce kadın, çeviri yaparak ya da ders kitaplarında bile artık yer almayan, ama Charing Cross Yolu’ndaki ucuza kitap satılan kutularda bulunabilen çok sayıda kötü kitapları yazarak harçlıklarına para eklediler, ya da ailelerini kurtardılar. On sekizinci yüzyıl sonlarına doğru kadınların zihinlerini aşırı çalıştırmalarının –konuşmalar, buluşmalar, Shakespeare üzerine yazılar yazmalar, klasiklerin çevirisi– temelinde, yazı yazarak para kazanabilecekleri gerçeği yatıyordu. Bedeli ödenmedikçe önemsiz sayılan şeye, para saygınlık kazandırıyordu. ‘Bir şeyler karalamak için kaşınan entelektüel kadın’a hâlâ dudak bükülüyordu belki, ama o kadınların cüzdanlarına para koyabildikleri de yadsınamıyordu. Böylece, on sekizinci yüzyıl sonlarına doğru bir değişiklik meydana geldi, tarihi yeniden yazıyor olsaydım bu değişikliği daha ayrıntılı anlatır ve onun Haçlı Seferleri’nden ya da Güller Savaşı’ndan daha önemli olduğunu düşünürdüm. Orta tabaka kadınları yazmaya başlamışlardı. Gurur ve Önyargı’nın bir önemi varsa, Middlemarch’ın, Villette’in ve Uğultulu Tepeler’in bir önemi varsa, o zaman sadece kırdaki evine kapanıp yaprakların ve hayranlarının arasında oturan yalnız aristokratın değil, genelde kadınların yazı yazmaya başlaması, benim bir saatlik konferansta kanıtlayabileceğimden çok daha fazla önem taşımaktadır. Bu öncü kadınlar olmasaydı Jane Austen ve Brontë’ler ve George Eliot da yazamazdı, tıpkı Marlowe olmadan Shakespeare’in, Chaucer olmadan Marlowe’un ya da önden giden ve dilin doğal vahşiliğini ehlileştiren bütün o unutulmuş şairler olmadan Chaucer’ın da yazamayacağı gibi. Çünkü başyapıtlar tek başlarına ve başkasının yardımı olmadan doğmazlar; yıllar süren, insanlarla bir arada olmakla gelişen ortak düşüncenin sonucudurlar, böylece kitlenin deneyimleri bir tek seste birleşir. Jane Austen, Fanny Burney’in mezarının üzerine bir çelenk koymalıydı, George Eliot da Eliza Carter’ın iri gölgesine saygılarını sunmalıydı.
Gurur ve Önyargıyı Jane Austen’ın nasıl yazdığını yeğeni anılarından şöyle anlatır; Bütün bunları nasıl becerdiği,’ ‘çok şaşırtıcı, çünkü kendine ait bir çalışma odası yoktu, çalışmalarının büyük kısmını herkesin kullandığı oturma odasında yapmış olmalı, oysa orada işini bölecek her türlü şey oluyordu. Ne yaptığını ailesi dışındaki kişilerin, hizmetkârların ya da konukların fark etmemesine özen gösteriyordu.
1900’lere gelindiğinde bile kadınların erkekler tarafından halen “eksik” görüldüğünü 2 köşe yazısının alıntısı ile anlatır ve devamında konu hakkına yorumunu yapar..
Onun doğaüstü bir amacı var ve bu da tehlikeli bir saplantı, özellikle de bir kadında, çünkü kadınların güzel konuşmaya olan merakları erkeklerinki gibi sağlam değildir pek. Başka konularda daha ilkel ve daha materyalist olan bu cinste garip bir eksikliktir bu.’ New Criterion, Haziran 1928.
Eğer siz de muhabirin dediği gibi kadın romancıların ancak kendi cinslerinin kısıtlanmalarını cesaretle kabul ederek mükemmellik peşinde koşabileceklerine inanıyorsanız, Jane Austen bu hareketin ne kadar zarafetle yapılabileceğini göstermiştir…’ Life and Letters, Ağustos 1928.
‘… kadın romancılar ancak kendi cinslerinin kısıtlanmalarını cesaretle kabul ederek mükemmellik peşinde koşmalıdırlar.’ Bu da meseleyi toparlar, şaşıracaksınız ama size, bu cümlenin Ağustos 1828’de değil de Ağustos 1928’de yazıldığını söylersem, sanırım, bize şimdi ne kadar eğlenceli görünse de, geniş kitlelerin fikirlerini temsil ettiğini kabul edeceksiniz –o eski defterleri karıştırmayacağım; sadece tesadüfen yoluma çıkanları ele alacağım – yüzyıl önce çok daha güçlüydü bu fikirler, çok daha fazla duyuluyordu. 1828’de ancak çok yürekli bir genç kadın bütün bu küçümsemeleri, azarlamaları ve ödül vaatlerini duymazlıktan gelebilirdi. Ama edebiyatı da satın alamazlar ya, diye düşünmek için tam bir delifişek olmak gerekliydi. Edebiyat herkese açıktır, demek için. Üniversitenin idare amiri de olsanız beni çimenlerden çıkarmanıza izin vermiyorum.
Hiçbir çağ, bizimki kadar rahatsız edici derecede cinsiyetin bilincinde olmamıştır; British Museum’daki, kadınlar hakkında erkekler tarafından yazılmış sayısız kitap bunun kanıtıdır. Kuşkusuz bunun suçu oy hakkı için yürütülen kampanyadadır. Bu kampanya erkeklerin içinde benlik davası gütmek için olağanüstü bir arzu uyandırmış olmalı; kendi cinslerine ve niteliklerine önem vermeye zorlamıştır onları, kendilerine meydan okunmasaydı böyle bir şey düşünme zahmetine girmezlerdi. Ve insana meydan okunursa, birkaç siyah boneli kadın tarafından bile olsa karşılık verilir, eğer daha önce böyle meydan okunmamışsa epeyce sertçe hem de.
(Büyük Britanya’da, Şubat 1918’de bazı niteliklere sahip olmaları koşuluyla 30 yaşını doldurmuş kadınlara oy hakkı verildi. Bu şekilde 8,4 milyon kadın oy kullandı. Aynı yıl kadınlara parlamentoya seçilme hakkı da bir yasayla tanındı. 1928 yılındaki bir yasayla da 21 yaşını doldurmuş kadınlara erkeklerle aynı koşullarla seçme ve seçilme hakkı verildi)
…gazetelere bakılırsa, İtalya’da kurmaca yazın konusunda bir ölçüde kaygı varmış. Akademisyenler toplanmışlar, toplantının konusu ‘bir İtalyan romanı geliştirmek’miş. ‘Aileden ünlü erkekler, ya da finans, sanayi ya da Faşist kurumlarda çalışan’ önemli kişiler geçen gün bir araya gelerek bu konuyu tartışmışlar, sonra Mussolini’ye bir telgraf göndererek ‘Faşist dönemin yakında kendine layık bir şair çıkaracağına’ dair umutlarını belirtmişler. Bu sahte umuda hepimiz katılabiliriz ama şiirin kuluçka makinesinden çıkacağı kuşkulu. Şiirin hem anası olmalıdır hem babası. Faşist şiir, korkarım ki, kasabaların birindeki müzede, cam bir kavanoz içinde gördüğümüz türden kürtajla alınmış ürkütücü küçük bir cenin olacaktır. Böyle canavarların pek uzun ömürlü olmadığı söylenir; böyle bir harikanın bir tarlada ot biçtiği görülmemiştir. Bir bedende iki baş olması hayatı uzatmaz. Bununla birlikte, eğer mutlaka kabahat birine yüklenecekse, bütün bunların kusuru ne bir cinstedir ne de ötekinde. Bütün kışkırtıcılar ve yenilikçiler sorumludur: Lady Bessborough, Lord Granville’e yalan söylediği için; Miss Davies Mr. Greg’e gerçeği söylediği için. Cinsiyet bilincini yaratan herkes kabahatlidir ve yetilerimi bir kitabın üzerinde kullanmak istediğimde, o bilinci o mutlu çağda, Miss Davies ve Miss Clough’un henüz doğmadığı, yazarın zihninin her iki tarafını da eşit kullandığı günlerde aramaya beni yönelten de onlardır. O zaman Shakespeare’e geri dönmek zorunda kalıyoruz, çünkü Shakespeare çift cinsiyetliydi; Keats de, Sterne de, Cowper de, Lamb ve Coleridge de. Shelley cinsiyetsiz olabilir. Milton’la Ben Johnson’un içindeki erkeklik bir tutam fazla kaçmış olabilir. Wordsworth ve Tolstoy’un da. Bizim zamanımızda Proust tamamen çift cinsiyetliydi, hatta kadınlık yanı biraz ağır basıyordu. Ama bu kusur yakınamayacağımız kadar nadirdir, çünkü bu iki özelliğin katıldığı bir karışım olmazsa zekâ baskın görünür, zihnin öteki yetileri sertleşir ve çoraklaşır. Yine de belki de bu geçici bir dönemdir diye düşünerek teselli buldum; düşüncelerimin izlediği yolu size anlatacağıma dair verdiğim sözü tutarak söylediklerimin pek çoğu eskimiş görünecektir; gözlerimde parlayan şeylerin çoğunu henüz reşit olmamış sizler kuşkulu bulacaksınız. Katıksız ve basit bir erkek ya da kadın olmak tehlikelidir; kadınsı erkek ya da erkeksi-kadın olmalıyız. Herhangi bir derdi önemsememek; haklı da olsa sorunlarını savunmak; bir kadın olmanın bilinciyle konuşmak kadınlar için çok tehlikelidir. Mecazla konuşmamak da tehlikelidir; çünkü o bilinçli önyargıyla yazılan her şey ölüme yazgılıdır. Bereketi durur. Bir, iki gün parlak ve etkili, güçlü ve görkemli görünse de gece olunca sararıp solar; başkalarının zihinlerinde gelişemez. İnsanın zihninde kadınla erkek arasında bir işbirliği oluşmalıdır ki yaratıcılık tamamlanabilsin. Zıtlıkların evliliği tamamlanmalıdır. Yazarın deneyimlerini bize kusursuz bir bütünlük içinde aktardığı duygusunu edinebilmemiz için zihnin tamamı apaçık serilmelidir önümüze. Hem özgürlük olmalıdır hem de huzur. Ne bir tekerlek gıcırdamalı ne de bir ışık parlamalıdır. Perdeler sımsıkı kapatılmalıdır. Deneyimi tamamlanınca yazar sırtüstü yatmalı ve zihninin, düğününü karanlıkta kutlamasına izin vermelidir, diye düşündüm.
Sizlerden sorumluluklarınızı hatırlamanızı, yükselmenizi, daha akıllı olmanızı rica ediyorum; ne kadar çok şeyin size bağlı olduğunu, gelecek üzerinde ne kadar etkiniz olabileceğini hatırlatmalıyım. Ancak bu öğütleri, sanırım salimen karşı cinse bırakabiliriz, onlar bunları benden çok daha güzel sözlerle ifade edebilirler ve etmişlerdir de. Zihnimin içini dikkatle araştırdığımda arkadaş olmak, eşit olmak, insanları daha yüce amaçlara yöneltmek gibi soylu duygulara rastlamıyorum. Kısaca ve basit sözcüklerle, insanın kendisi olması herşeyden daha önemlidir derken buluyorum kendimi. Başkalarını etkilemeyi hayal etmeyin, derdim, sizleri coşturacak biçimde söylemesini bilseydim. Her şeyi kendi içinde düşünün.
İSİM | AÇIKLAMA | DOĞUM TARİHİ |
Frances Burney | Daha sonra Madame d’Arblay olarak da bilinen Frances Burney, bir İngiliz hiciv yazarı, günlük yazarı ve oyun yazarıydı | 13 Haziran 1752 |
Jane Austen | 19. yüzyılda yaşamış İngiliz roman yazarı. | 16 Aralık 1775 |
BRONTE KARDEŞLER | ||
Charlotte Brontë | En ünlü eseri “Jane Eyre”, bir asırdan fazla geçmişiyle halen büyük ilgi görüyor | 21 Nisan 1816 |
Emily Brontë | Kaleme almış olduğu tek roman, Uğultulu Tepeler bugün İngiliz edebiyatının en önemli eserlerinden biri olarak anılmaktadır. | 30 Temmuz 1818 |
Anne Brontë | İngiliz Edebiyatı’nın klasikleri arasına yerleşmiş eserleriyle tanınan üç kardeşin en küçüğüdür. | 17 Ocak 1820 |
Mary Russell Mitford | Three Mile Cross’taki hayata dayanan bir dizi köy sahnesi taslağı ve canlı bir şekilde çizilen karakterler olan Köyümüz’le tanınıyor. | 16 Aralık 1787 |
George Eliot | George Eliot George Eliot takma adıyla yazan ‘Mary Anne’ ya da ‘Marian Evans’, Victoria döneminin en ünlü İngiliz yazarlarındandır. | 22 Kasım 1819 |
Elizabeth Gaskell | Elizabeth Cleghorn Gaskell, Victoria devri İngiliz roman yazarı. | 29 Eylül 1810 |
Charles Lamb | Essays of Elia adlı çalışması ve kardeşi Mary Lamb’in katkılarıyla oluşturduğu Tales from Shakespeare adlı çocuk kitabıyla tanınmıştır. | 10 Şubat 1775 |
Max Beerbohm | Sir Henry Maximilian “Max” Beerbohm, İngiliz yazar, karikatürcü ve tiyatro eleştirmeni. | 24 Ağustos 1872 |
John Milton | İngiliz şair. Kayıp Cennet adlı eseriyle tanınır. İngilizceye en çok kelime kazandıran kişidir | 9 Aralık 1608 |
William Makepeace Thackeray | ngiliz yazar, gazeteci ve karikatürcü. | 18 Temmuz 1811 |
Alfred Tennyson | Kraliçe Victoria’nın hükümdarlığı sırasında Birleşik Krallık’ın devlet şairiydi. | 6 Ağustos 1809 |
Christina Rosetti | Romantik, adanmışlık ve çocuk şiirleri yazan bir İngiliz şairiydi | 5 Aralık 1830 |
William Shakespeare | İngiliz şair, oyun yazarı ve oyuncu. Çoklukla İngilizce dilinin en büyük yazarı ve dünyanın en iyi oyun yazarı olarak anılır. | Nisan 1564 |
Frederick Edwin Smith | Birkenhead’ın Birinci Kontu Büyük Britanyalı siyasi ve hukukçu | 12 Temmuz 1872 |
William Ralph Inge | Anglikan rahibi , profesörü ilahiyat de Cambridge ve Dean ve St Paul Katedrali’ne ünvanı verildi | 6 Haziran 1860 |
Jean de La Bruyère | Fransız yazarı ve ahlakçısı. | 16 Ağustos 1645 |
Samuel Johnson | İngiliz yazar ve leksikograf. En önemli çalışması İngiliz Dili Sözlüğü 1755 yılında yayınlanmıştır. | 18 Eylül 1709 |
Mr. Oscar Browning | Geç Viktorya dönemi ve Edward dönemlerinde tanınmış bir Cambridge kişiliği olan İngiliz bir eğitimci, tarihçi ve bon viveur idi. | 17 Ocak 1837 |
Samuel Butler | Samuel Butler İngiliz yazardır. | 4 Aralık 1835 |
Alexander Pope | 8’inci yüzyılın başlarındaki en büyük İngiliz şair olarak görülmektedir. Hicivli dizeleriyle ve Homer’i tercümesi ile tanınmıştı | 21 Mayıs 1688 |
Napolyon Bonapart | Fransız asker ve politikacı. Birinci Napolyon olarak 1804’ten 1814’e kadar Fransa İmparatoru. | 15 Ağustos 1769 |
Johann Wolfgang von Goethe | Alman hezarfen; edebiyatçı, siyasetçi, ressam ve doğabilimcidir | 28 Ağustos 1749 |
Benito Mussolini | Ulusal Faşist Partinin lideri olan İtalyan politikacı ve gazeteci. | 29 Temmuz 1883 |
Sigmund Freud | Psikolojinin en önemli alt dallarından biri olan psikanaliz biliminin kurucusu | 6 Mayıs 1856 |
Rebecca West | Rebecca West veya Dame Rebecca West olarak bilinen Dame Cicily Isabel Fairfield DBE, İngiliz bir yazar, | 21 Aralık 1892 |
G. M. Trevelyan | giliz bir tarihçi ve akademisyendi. O, 1898’den 1903’e kadar Cambridge’deki Trinity College Üyesidir. | 16 Şubat 1876 |
Geoffrey Chaucer | İngiltere’nin ve İngilizce edebiyatın ilk büyük şairi. | 1343 |
Stuart Hanedanı | Stuartlı Hükümdarlar; İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth’in Bakire kalmasıyla, Tudor Hanedanına veliaht verememesi üzerine; VII. Henry’nin kızı ve VIII. Henry’in kız kardeşi olan Margaret Tudor (Guise’li Mary)’in kızı Mary Stuart’in oğlu I. James ‘in veliaht ilan edilmesiyle İngiltere tahtına da egemen olmuştur. | 1371 |
Aubrey Thomas de Vere | İrlandalı bir şair ve eleştirmen | 10 Ocak 1814 |
Publius Ovidius nazo | İngilizce konuşan dünya, Augustus döneminde yaşamış Romalı bir şairdi . Sık sık Latin edebiyatının üç kanonik şairinden biri olarak değerlendirildiği eski Virgil ve Horace’ın çağdaşıydı | M.Ö: 20 Mart 43 |
Virgil | Latin edebiyatının en ünlü üç şiirini yazdı : Ekloglar (veya Bucolics ), Georgics ve epik Aeneid. Ek Vergiliana’da toplanan bir dizi küçük şiir bazen ona da atfedilir | M.Ö: 15 Ekim 70 |
Horatius | Quintus Horatius Flaccus, Augustus döneminin en önemli Romalı şairiydi. | M.Ö: 8 Aralık 65 |
Robert Burns | Birçok insan tarafından İskoçya’nın ulusal şairi olarak görüldü ve en çok İskoç dilinde yazdığı şiirlerle tanındı. | 25 Ocak 1759 |
Edward Fitzgerald | Daha çok Ömer Hayyam’ın Rubaiyat’ının ilk ve en ünlü İngilizce çevirileriyle tanınmaktadır. | 31 Mart 1809 |
Currer Bell | Charlotte Brontë, ilk iki romanında “Currer Bell” ismini kullanmaya devam etti | 21 Nisan 1816 |
George Sand | Amandine Aurore Lucile Dupin’in takma adı | 1 Temmuz 1804 |
Perikles | Perikles, Antik Yunanistan’da, Atinalı soylu, asker ve devlet adamı. | M.Ö: 429 |
Jean-Jacques Rousseau | Cenevreli filozof ve yazar. Siyasi fikirleri, Fransız Devrimini etkilemiştir. | 28 Haziran 1712 |
Thomas Carlyle | İskoç asıllı, deneme ve hiciv yazarı, tarihçi ve eğitmendir. | 4 Aralık 1795 |
Gustave Flaubert | Fransız romancı. Edebiyat eleştirmenleri tarafından modern romanın kurucusu kabul edilir | 12 Aralık 1821 |
John Keats | İngiliz şair | 31 Ekim 1795 |
William Wordsworth | Romantik dönemin önde gelen şairlerindendir. | 7 Nisan 1770 |
Marcelle Germaine Taillefesse | Fransız bir besteciydi ve Les Six olarak bilinen besteci grubunun tek kadın üyesiydi. | 19 Nisan 1892 |
Henrietta Ponsonby | Bessborough 3. Earl, Frederick Ponsonby’nin karısı; Countess of Bessborough | 16 Haziran 1761 |
Granville Leveson | Siyasetçi | 11 Mayıs 1815 |
Florence Nightingale | İngiliz sosyal reformcu, istatistikçi ve hemşire. Modern hemşireliğin kurucusudur. | 12 Mayıs 1820 |
John Keats | İngiliz şair | 31 Ekim 1795 |
John Donne | İngiliz şair ve vaizdir. Metafizik şiirini kurmuş ve en önemli temsilcisi olmuştur | 22 Ocak 1572 |
Ben Jonson | 17. yüzyıl İngiliz oyun yazarı, şair, oyuncu ve eleştirmen. İngiltere’nin ikinci büyük tiyatro adamı olarak kabul edilir. | 11 Haziran 1572 |
Anne Finch | Winchilsea Kontesi Anne Finch bir İngiliz şair ve saraydı. | Nisan 1661 |
Margaret Lucas Cavendish | İngiliz aristokrat, filozof, şair, bilim insanı, bilim kurgu ve oyun yazarı. | 1623 |
Egerton Brydges | Bibliyograf | 30 Kasım 1762 |
Dorothy Osborne | İngiliz yazarları ve Sir William Temple, 1. Baronet’in eş | 1627 |
Aphra Behn | İngiliz oyun yazarı, şair, çevirmen. İngiltere’nin ilk profesyonel ve yirmi yıl boyunca tek kadın oyun yazarıdır | 10 Temmuz 1640 |
Alice Dudley, | Düşes Dudley olarak da bilinen Dudley Düşesi Alice Dudley, kaşif Sir Robert Dudley’in ikinci karısıydı. | 1579 |
Robert Dudley | Kâşif | 7 Ağustos 1574 |
Sarah Emily Davies | İngiliz bir feminist ve oy hakkı savunucusuydu ve kadınların üniversiteye erişim hakları için öncü bir kampanyacı | 22 Nisan 1830 |
James Edward Smith | İngiliz bir botanikçi ve Linnean Society’nin kurucusuydu | 2 Aralık 1759 |
Jane Austen | 19. yüzyılda yaşamış İngiliz roman yazarı. | 16 Aralık 1775 |
Frances Burney | Fanny Burney ve daha sonra Madame d’Arblay olarak da bilinen Frances Burney, bir İngiliz hiciv yazarı, günlük yazarı ve oyun yazarıydı | 13 Haziran 1752 |
Christopher Marlowe | Şair | 6 Şubat 1564 |
Lev Tolstoy | Rus yazar | 9 Eylül 1828 |
Laurence Sterne | İngiliz yazar | 24 Kasım 1713 |
Charles Dickens | İngiliz yazar ve toplum eleştirmeni. | 7 Şubat 1812 |
Thomas de Quincey | İngiliz deneme yazarı. 1821 tarihli Confessions of an English Opium-Eater yapıtıyla tanınmıştır | 15 Ağustos 1785 |
Jane Ellen Harrison | İngiliz klasik bilim adamı ve dilbilimciydi. | 9 Eylül 1850 |
Vernon Lee | İngiliz yazar Violet Paget’in takma adıydı. Bugün öncelikle doğaüstü kurguları ve estetik çalışmaları nedeniyle hatırlanıyor. | 14 Ekim 1856 |
Gertrude Bell | İngiltere’nin Durham County kentinde ayrıcalıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen ünlü İngiliz kadın seyyah ve casus. | 14 Temmuz 1868 |
Mary Grant Carmichael | İngiliz besteci | 1851 |
Charles de Gontaut | Charles de Gontaut, duc de Biron, askeri başarılarına Fransa’yı parçalamak ve kendini bağımsız bir Burgonya hükümdarı olarak kurmakla eşlik eden bir Fransız askeriydi. | 1562 |
Marcel Proust | Fransız romancı, deneme yazarı ve eleştirmen. | 10 Temmuz 1871 |
Kristof Kolomb | Atlantik Okyanusu boyunca dört büyük seferin kaptanlığını yapan, coğrafi keşifler döneminde Amerika kıtasını keşfeden ve Amerika’nın kolonize edilmesini sağlayan İtalyan kâşif, kaptan ve kolonist. | 1451 |
Isaac Newton | İngiliz fizikçi, matematikçi, astronom, mucit, filozof ve teolog | 4 Ocak 1643 |
Thomas Carlyle | Thomas Carlyle İskoç asıllı, deneme ve hiciv yazarı, tarihçi ve eğitmendir. | 4 Aralık 1795 |
William Cowper | ngiliz şair ve hümanist. Zamanının en popüler şairlerinden biri, 18.yy günlük yaşamı ve kırsal doğal yaşam ile ilgili şiirler yazmıştır. | 26 Kasım 1731 |
Voltaire | François Marie Arouet, Voltaire takma adıyla tanınan Fransız yazar ve filozof. | 21 Kasım 1694 |
Samuel Taylor Coleridge | İngiliz bir şair, eleştirmen ve filozoftu. | 21 Ekim 1772 |
Sir Arthur Quiller-Couch | Takma adıyla Q yayınlanan bir Cornish yazarıydı. | 21 Kasım 1863 |
Sir Archibald Bodkin | İngiliz avukat ve Savcılık Direktörü | 1 Nisan 1862 |
Mr. John Langdon | İngiliz bir yazar ve gazeteci | 18 Mart 1897 |